BAŞKUMANDAN MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN CUMA NAMAZI
Mustafa Kemal Paşa’nın, “Vatan uğruna can verenlerin yasını taşıyor gibi siyahlar giyinmiş olarak” Ramazanın ilk Cuma’sında bulunması, herkesin maneviyatını kuvvetlendirmişti.
30 asırlık Türk tarihinin en hazin ve en acılı günleri, hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşı günleridir. Bosna-Hersek faciasından daha korkunç, korkunç üstü korkunç, faciaların yaşandığı dört yıllık dönem içerisinde Türk milleti dört acılı Ramazan geçirmiştir.
Bir düşününüz; Trakya’da Tekirdağ, Edirne, Kırklareli ve payitahtımız İstanbul, “Yedi düvelin” işgali altındadır. Anadolu’da, Adana, Urfa, Maraş işgal edilmiş, Ege’de izmir çoktan kaybedilmiş, Kütahya, Afyon ve Eskişehir’in kaybı onu takip etmiştir.
Hutbelerde artık padişahın adı okunmuyordu. Çünkü ülkenin istiklali yoktu. Yine aynı yıllarda hilafet merkezi İstanbul’dan ilk defadır ki “Sürre alayı” yola çıkmıyordu. Keza Anadolu’dan bu ezeli gaza ve cihad topraklarından ilk defadır ki o günlerde hac kervanları çıkmıyordu. Çünkü zikrettiğimiz gibi ülkenin her tarafı işgal altında bulunuyordu. Gökkubbenin altında bir tek dostumuz, bir tek müttefikimiz kalmamıştı. Türk orduları her yarasından kan sızarak Sakarya gerisindeki son savunma hatlarına çekiliyordu.
Meclis günlerden beri tartıştıktan sonra İstanbul hükümeti tarafından bütün askeri rütbeleri geri alınan Mustafa Kemal Paşa’ya bütün bu rütbelerini iade ettiği gibi, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları Başkumandanlığı”nı da verdi. Şimdi bu sıfatla dost ve düşman bütün dünyanın gözlerinin üzerinde toplantığı Ankara’nın Hacı Bayram Camii’ndeki o yılın Ramazan’ının ilk cumasına katılmaktadır.
Başkumandan Hacıbayram Camii’nde
Bu anı, orada bulunanlardan Mısırlı Türk Prensesi Kadriye Hüseyin anlatmaktadır:
Billur gibi duru bir ses, belki de Türkiye’nin en güzel sesi şimdi Peygambere sesleniyordu.
Arapça verilen cuma vaazından sonra şimdi mevlid okunuyordu. Nefis kakmalı kürsüsünde hoca, ateşli bir sesle okumaya devam ediyordu; diz çökmüş veya bağdaş kurmuş oturan cemaat, hocanın kah Türkçe, kah Arapça sözlerini sessizce dinliyordu. Herkes ilahi bir huşû içindeydi. Küçüğü-büyüğü aynı havaya girmişti. Bu kutsal yerin çatısı altında herkes aynı içtenlikle dua ediyordu.
Yalnız burada değil, her camide, Anadolu’nun her yerinde Ramazan’ın bu ilk cumasında aynı saatte milyonlarca insanın ruhu savaş alanlarında şehit düşenler için birlik olmuştu. Bugün bütün Anadolu, şehitleri için dua ediyordu. Bu münasebetle İstanbul’dan gelen ve saraydaki görevini, vatanı savunan askerlerin imanlarını güçlendirmek uğruna terk eden hoca, Ankara’nın bu güzel camiinde mevlid okuyup, şühedanın ruhlarının huzuru için dua ediyordu.
Caminin kadınlara ayrılan bölümünden boğuk hıçkırık sesleri, caminin dört bir köşesinden yükselen ve eğik başların üzerine bir duman gibi yayılan tütsü kokusuna kapılıyordu. Mevlidden sonra yapılan dua, hissiliği ile gerçekten muhteşemdi. Hocanın dini vaazı ve İslam dünyası ile ilgili siyasi sözlerindeki derinliği nakletmek imkansızdı. Peygamberimizi tanık alan vaaz, müminleri heyecandan ürpertiyor, hocanın ateşli sözlerini giderek artan bir heyecanla dinliyorlardı…
“Bak ey Muhammed, bütün sadık kulların bak nasıl imanlarından aldıkları kuvvetle dur dinlen bilmeden savaşıyorlar. İmanlarından başka dayanakları yok. Bunu herşeye karşı asilce savunuyorlar. Onlara her türlü muamele reva görülüyor; saldırı, katliam, hapis, sürgün… Bir zamanların zengin ülkeleri şimdi yabancı boyunduruğu altında inliyor. Bağımsızlığını korumak için uğrunda gece gündüz savaştıkları kutsal barınaklarından başka hiçbir şeyleri kalmadı. Çünkü İslamın kutsal yıldızını aralıksız fırtınalara ve girdaplara karşı korumak lazım…”
Namazdan sonra halkın arasında
Yahya Kemal Beyatlı bir yazısında, “sevmek” konusunu işlerken aynen şunları söyler:
“Sevmek… İstanbul’un, İzmir’in, Kütahya ve Afyon’un kaybedildiği, düşman ordularının Ankara üzerine yürüdüğü günlerde sevmekle, bugün rahat mekanlarımızda oturup vatanı sevmek ayrı şeylerdir. O günlerde vatanlarını sevenler, bu sevgilerinin bedelini düşman orduları karşısında vatanın her karış toprağını kanlarıyla sulayarak ödüyorlardı, İşte gerçek vatanseverler onlardır” diyordu.
Vatanın her köşesinin “kahpelerin orduları” tarafından sarıldığı günleri Ankara’da yaşayan Prenses Kadriye Hüseyin’e kulak verelim: Hoca vaaza devam ediyor, “Ey Ulu Allah, ey Yüce Peygamberimiz, imdadımıza sen yetiş! Her tarafımız sarıldı, ilahi kudretine şan ve şeref, kudret ve direniş gücü verdiğin Türk halkının, uğradığı adaletsizlikler ve alçaklıklar karşısında nasıl ümitsiz hale düştüğünü gör! Bütün suçluları ve korkakları affet ya Rabbi, her gün masumları korumak için savaşanlara da kuvvet ve cesaret ihsan eyle, onları imandan ve kuvvetten yoksun bırakma! Önümüzde bizi bekleyen çok büyük bir görev var. Allah bizi korusun! Yaşama gücümüzü veren içimizdeki ümidi hiçbir zaman söndürmesin… Yaradan, istila edilen topraklarını savunan islam ordularına nihai zaferi ihsan etsin. Onları modern Haçlı ordularına karşı muzaffer kılsın. İnsanlık tarihi şimdiye kadar böylesine bir saldırı görmemiştir, Tanrı bu saldırıya karşı koyarken şehit düşenlerin ruhlarına huzur içinde yatmayı nasib etsin…
Renk renk camlardan süzülen soluk ve tatlı bir ışık, içerisini aydınlatıyordu. Sayısız sütunların dibinde bağdaş kurmuş oturanlar sezsiz sedasız bir şeyler mırıldanıyor ve belli etmeden göz yaşlarını kuruluyorlardı.
Vatan uğruna can verenlerin yası…
Başkumandan mevlidden sonra sessizce yerinden kalktı; vekilleri, subayları, yüksek memurlar hep birlikte ve etkileyici büyük sükunetle peşinden yürüdüler. Bir araya gelen bütün bu insanlar, sanki birden geçici bir huzur ve rahatlığa kavuşmuş gibiydiler. Avluda toplanan muazzam kalabalık bile, bütün dalgalanmalarına rağmen bu dini huşu havasını aksatmıyordu. Baştan aşağı siyahlar giyinmiş olan Mustafa Kemal Paşa, bu haliyle vatan uğrunda can verenlerin yasını taşıyor gibiydi. Yüzündeki heyecan ve derin hüzün rahatça farkedilebiliyordu. Yanına almak için kolundan tutup çektiği Hüseyinzade’ye, heyecandan titreyen bir sesle şöyle dedi;
“Allah büyüktür, bizi kurtaracaktır. Allah’ın inayetine inanıyorum.”
Ağır adımlarla caminin ve Meclis’e giden yolun iki tarafında biriken halkın, kadınların ve çocukların meydana getirdiği kalabalığın arasından geçtiler. Halk, adeta bir vazife sembolü gibi gelip geçen Başkumandanı saygı ile eğilip selamlıyordu. Peşinden subaylar ve vekiller geliyor, muhafızları daha da arkadan onu izliyordu.
Mısırlı Prenses Kadriye Hüseyin, ertesi gün Ankara’dan Avrupa’ya doğru yola çıkacaktır. Onları Ankara’dan ayıran tren, son tren olmuştu. Çünkü ertesi günlerde Ankara’nın bütün dünya ile irtibatı kesiliyordu.
Muhiddin Nalbantoğlu