Belki siz üzülerek hatta gözyaşı dökerek takip ettiniz; ama ben, Alparslan Türkeş’in cenaze merasimini, başından sonuna kadar derin bir huzur duyarak, sevinerek yüreğime işledim. Türkiye çapında müthiş bir hadise olan o mübarek günü kırk ayrı noktadan ele alarak yazmak, anlatmak lazım.
“Doğmak ölmek içindir”
“Dünyaya gelen her can, elbette ölümü tadacaktır.”
Benim sevincim, huzurum, elbette ki Alparslan Türkeş’in vefatına değildir. Benim sevincim Türkiye’de, Bozkurtların dirilişini görmekten kaynaklanıyor. Türk-İslam ülküsüne bağlı bir milyon gencin Ankara’nın o dondurucu soğuğuna ve durmadan yağıp duran karına rağmen, Türkeş’in cenaze namazına büyük bir vakarla, sabırla ve inançla katılmaları bana göre bir destan güzelliğindedir. Uzun yıllardan beri tekbirle, salevatla ve Kur’an tilavetiyle bir cenaze kaldırmamıştık. Milletimize aşk derecesinde bağlı olan bir Başbuğu milletimizin gelenekleriyle ahirete uğurlamaktan daha güzel ne olabilir?
Türkeş’in cenazesinde bando yoktu.
Yirmibirinci yüzyıla girdiğimiz bir zamanda, devletimize – milletimize hizmet eden kimselerin hala Şopen’in ölüm marşıyla kaldırılmaları, bana bir zulüm gibi geliyordu.
Ölülerimizi ikinci bir defa daha öldürdüğümüze veya ruhlarını çarmıha gerdiğimize inanıyordum. Millet, eğer kültür birliğiyse ve bütün müsbet ilimlerde bunu böyle kabul ediyorsa, biz cenaze merasimlerimize bile, neden Batının geleneklerini, göreneklerini bulaştırıyoruz?
Türkeş’in cenazesinde alkış da yoktu.
Bizim ruh kökümüzden kopanlar veya insanların ölümle, bir ot gibi, bir böcek gibi çürüyüp, yok olup gideceğini sananlar, cenazelerini toprağa alkışlarla bırakıyorlar. Ne kadar garip.
Biz, bin yıldan beri ölülerimizi tekbirlerle, salevatlarla, dualarla kaldırıyorduk. Türkeş’in vefatı, bize Türk’ün cenaze merasiminin nasıl yapılacağını bir kere daha gösterdi.
Türkeş’in cenaze merasiminde devlete başkaldırma, sola-sağa saldırma da yoktu. Gençler vakarla hareket ettiler.
Bütün bu güzellikler dışında, Türkeş’in cenaze merasiminde ben, Bozkurtların yeniden doğrulduklarını, dirildiklerini gördüm. Yıllardan beri, Türkiye’de “Bozkurt Destanı”na diş gösterenler, hatta bu güzel efsanemize utanmadan bir de kafirlik kaftanı giyindirenler o cenaze merasiminden sonra utanmış olmalıdırlar.
Bizim bir atasözümüz var : “At murattır!” demişiz. Biz atı, avradı, pusadı asırlarca namusumuz gibi bilmişiz. Atın, evlerimize bereket getirdiğine inanmışız. Bu, hem Türklüğümüzden hem de Müslümanlığımızdan doğan bir inanç! Türkler, Müslüman olmadan önce de ata çok değer vermişlerdi. “Kuşa kanat, Türk’e at gerek” demişlerdi. Türkler, atı ehlileştiren ilk millet olmuşlar. Türkler, Müslüman olduktan sonra içtimai hayatımızda atın değeri daha çok arttı. Çünkü sevgili Peygamberimizi Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya bir at götürdü. Anadolu’da, bilhassa köylerde ve kasabalarda, bazı evlerin kapılarına at nalları çakılıdır. Atı çok seven, hatta ata kutsiyet giyindiren Müslüman Türk, o at nalının kendisini türlü kötülüklerden koruyacağına ve evine bereket getireceğine inanmaktadır.
Atı çok seven Müslüman Türk’e, hangi idraksiz ve insafsız adam kalkarak yanlış bir yafta yapıştırabilir? “Türkler ata tapıyorlar!” diyebilir?
Çocukluk yıllarımda güvercinleri çok severdim. Evimizde güvercin beslemek isterdim. Şuradan buradan bulup getirdiğim güvercinlere annem izin vermezdi :
- Bu kuşu götürüp bırakacaksın “Havaya atarken de : “Azat – buzat!” Bana cennet kapısından bir tas su uzat!” diyeceksin derdi.
Annem, güvercinleri ve örümcekleri mübarek bilirdi. Evimizin şurasında burasında peydahlanan örümcekleri avuçları arasına bismillahlarla alır, götürür bahçemizin bir köşesine bırakırdı. Ve bize derdi ki :
“Peygamber efendimiz müşriklerden kaçınca bir mağaraya saklandı. Onun saklandığı mağara kapısına örümcekler ağ kurdular. Bir güvercin gelip o ağ üzerine yuva yaptı. Müşrikler o mağaranın önüne kadar geldikleri halde içeriye girmediler. Çünkü örümcek ağını ve güvercini görünce mağaraya kimsenin sokulmadığını düşündüler. Aman örümcekleri öldürmeyin! Aman güvercinleri yakalamayın” Annem beş vakit namazında, niyazında, çok Müslüman bir kadındı. Şimdi kim benim annemi bu düşüncelerinden ötürü müşriklikle veya inkarla suçlayabilir.
İslam inancının milletimize kazandırdığı özellikler-güzellikler yanında, bir de Türk tarihinden, eski Türk efsanelerinden, destanlarından doğan geleneklerimiz, göreneklerimiz, duygularımız var. Bizim, İslam öncesi destanlarımızdan biri de Bozkurt destanıdır. Belki de beşbin yıllık bir inanışımıza göre, ecdadımız, etrafı sarp kayalarla çevrili Ergenekon isimli yurttan, yeni ufuklara doğru çıkmak isterlerken, bir Bozkurt onlara yol göstermiştir.
Türkler Müslüman olduktan sonra da bu destanlarını söyleyegelmişlerdir. Bozkurt sadece bir semboldür. Yol göstericidir. Cesarettir. Ümittir, istikbaldir. Bugüne kadar hiçbir Türk’ün evinde, bahçesinde bozkurt beslediğini veya bozkurda secde ettiğini ne gördüm, ne duydum, ne okudum.
Türkler Müslüman olduktan sonra o Ergenekon Bozkurduna da İslam’ın ışığını gösterdiler. Onunla da heyecanlandılar ve kendilerine güven duydular. Gençler, ellerini bir bozkurt kafası gibi şekillendirerek : “Ya Allah! Bismillah” Allahuekber !” diye haykırdılar. Tekbirler çektiler. “Kanımız aksa da zafer İslamın!” dediler.
Destansız, türküsüz, masalsız, şarkısız, oyunsuz, tarihsiz, sanatsız, dinsiz ve dilsiz bir millet olmaz! Türkeş’in cenaze merasiminde bizim kültür değerlerimizi yeniden canlı ve heyecanlı görmek beni sevindirdi. Bana ümit verdi. Milletimize, devletimize, vatanımıza şuurla bağlı olan bir milyon Bozkurdun doğumuna şahid olmak, benim için unutulmayacak bir ihtişamdır. Milletime hem baş sağlığı diliyorum hem de gözün aydın diyorum.
YAVUZ BÜLENT BAKİLER
12 NİSAN 1997 – TÜRKİYE GAZETESİ