Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına hitaben yayınladığı, 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlama mesajında, “Bir taraftan dünyada yaşanan son gelişmeler, enerji kaynaklarını kontrol altında tutma girişimleri, şiddetini gittikçe artıran etnik ve köktendinci akımlar ve bunun sonucunda oluşan uluslararası terör ortamı, diğer taraftan ülkemizde yeniden hız artıran gerici ve ayrılıkçı cereyanlar Silahlı Kuvvetlerimize yeni ve zorlu görevler yüklemektedir. Öte yandan, dünyada artan yeni demokratik değer yargıları ve değişen egemenlik kavramları bu yeni ve zorlu görevin başarılabilmesinde yeni konsept ve doktrinlerin üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu yeni dünyada akıl, bileğin gücünü etkisizleştirirken, kendi gücünü yüceltmekte, kanın, barut kokusunun yerini bilgi ve itidal
almaktadır” dedi.
* * *
Benim bu mesajda öne çıkarmak istediğim iki konu var. Birincisi yeni konsept ve doktrinlerin üretilmesi zorunluluğu, ikincisi, bu mesajın sadece TSK ile sınırlandırılmış olması... Yeni konsept ve doktrinler üzerinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çalışmaları vardır. Ancak bunlar, kamuoyuna maledilmediği için bir anlam taşımamaktadır. Asıl olan, sadece silahlı kuvvetlerin değil, topyekun bütün aydınların bu yönde çaba sarfetmesidir. Böyle bir çaba ise yoktur!
Genelkurmay Başkanı, elbette, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına hitap edecektir. Ancak, Silahlı Kuvvetler’in ekonomik, kültürel ve siyasi alanlardaki tahribata karşı hiçbir çözümü olamaz mı? Esasen, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu alanlarda da bir okul haline getirilmesi Atatürk’ün vasiyetidir... Asıl büyük çözüm ise, ilkeleri ilan edilecek uluslar arası bir yeni yapılanma ile mümkündür... O yeni yapılanmanın liderliğini Türkiye üstlenebilir. Evet, değişimi göz ardı edemeyiz ama, değişim içinde direnişin, direniş içinde değişimin Mustafa Kemal örneği, kutup yıldızı gibi önümüzde durmaktadır... Atatürk’ün yol haritası, bugün için de geçerlidir, öyle eskimiş de değildir...
* * *
Yazık ki, Atatürk’ün, Osmanlı’nın son dönemi için yaptığı şu tespitler, bugünkü nesiller ve yöneticiler için de aynen geçerlidir: “Milletin ve bilhassa ricalin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık hayat bulmak için, hali iyileştirmek için, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler hayat buldu. Halbuki hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yürütülebilsin? Tarih böyle bir hadise kaydetmemiştir! Efendiler; bu düşüşün ortaya çıkışı korku ve acz ile başlamıştır. Türkiye ve Türk Halkı ve nasılsa bunların başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında sesizliğe mahkûm imiş gibi Türkiye’yi atıl çekingen bir halde tutuyorlardı.
Türkiye’yi kendi kendilerine memleketin ve milletin menfaatları icaplarını yapmakta mütereddit ve korkak idiler. Türk mütefekkirleri adeta kendi kendilerine hakaret ediyorlardı. Diyorlardı ki, ‘biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olmamıza ihtimal yoktur.’ Bizi kayıtsız şartsız canımıza, tarihimize, mevcudiyetimize düşman olan ve düşman olduğuna hiç şüphe edilmeyen Avrupalılara vermek istiyorlardı. ‘Onlar bizi idare etsin’ diyorlardı. YENİ BİR İMAN LÂZIM Efendiler; Türkiye’yi bu tuttuğu hastalıklı yollardan tükenişe ve yok olmaya sevk eden bu vadiden kurtarabilmek için bütün alimlerin keşfedebildikleri bir hakikat vardır. O da Türkiye’nin fikir hayatını yeni bir imanla istila etmek lazımdır. Milleti düştüğü felaket çıkmazından kurtarabilmek için millete benliğini tanıtarak, haysiyetini tanıtarak, hayat ve bağımsızlığını kurtarmak için uğraşmaya kabiliyetli olduğunu anlatmakta yeni bir maneviyatın gelişmesi lazım geliyordu. Bu maneviyat ise hükümet teorisinin
değiştirilmesi ile mümkün olabilir. Görünüşteki cephe, dorudan doğruya ordumuzun düşman karşısında göstermiş olduğu cepheden ibarettir. Bu görünüşteki cephe, ordu cephesinin sarsılması, değişmesi, mağlup olması, çözülmesi hiç bir vakitte bir milletî ve bir memleketi mahvedemez. Bunun hiçbir ehemiyeti yoktur. Asıl ehemmiyete sahip olan ve asıl memleketi temelinden yıkan ve halkını esir eden, dahili cephelerin düşmesidir. İşte bu hakikate bizden ziyade vakıf olan düşmanlarımız ki, başta en alçak düşman olan İngiliz, asıl bu cepheyi yıkmak için iki üç seneden beri ve asırlardan beri mesai sarf etmektedir. Malûmu âliniz, bizim eski Osmanlı tabirimizce ‘Kale içinden yıkılır’; işte düşmanlarımız, bizi içimizden yıkmaya çalışıyorlar. En çok ehemmiyetle atfı nazar ettikleri, milli teşebbüsleri içinden yıkmak ve
dahili cepheyi yıkmaktır.”
* * *
Peki, silahlı kuvvetler ne kadar sağlam durursa dursun, dahili cephe çözülmekte değil midir? Düşman, milli teşebbüslerin, milli kurumların içine bile nüfuz etmiş değil midir? Dahili cephenin çözülmesini seyretmekle, Türk İstiklal ve cumhuriyeti korunabilir mi Sayın Özkök?