Sayın Genel Başkan;
Sağduyulu her Türk insanı bilir ki Bülent Ecevit deyince ideolojik bağnazlık, hayalperestlik, Türk milliyetçilerine karşı bitmez tükenmez bir kin ve amansız düşmanlık, -günümüz iktidarını oldukça andıran- liyakatsiz, kabiliyetsiz kadrolarla ülkeyi felaketlere sürükleyen bir siyasi figür akla gelir.
Tek parti ve milli şef döneminin mutlu azınlığından, bir profesör babanın ve bir ressam annenin çocuğu olarak Robert Koleji’nden mezun olduktan sonra yükseköğrenim için gittiği İngiltere’den bir baltaya sap olamadan yurda dönen, babasının ricasıyla sırf yabancı dil bildiği için Nihat Erim’in elinden tutmasıyla Ulus Gazetesi’nde telex memurluğuna yerleştirilen bir kişi. Yine sadece yabancı dilinden dolayı Nihat Erim tarafından İsmet Paşa’ya takdim edilen, İsmet Paşa’nın karşısında daima terbiyeli, süklüm-püklüm hazır olda duran, İsmet Paşa çağırmadan odasına bir kez dahi girmeyen -aynen zatıalinizin “10 yıl boyunca Türkeş Bey çağırmadan bir kere dahi odasına girmedim” dediğiniz gibi- bir insan.
Takdir edersiniz ki siyaset ve devlet hayatında iz bırakmış bu büyük insanların yakınında yer alanlar o büyük insanın şahsiyetinin ve tecrübelerinin tesiri ile kendisinde gelecekte büyük işler yapma arzusu duyar ve emeksiz bir şey olunmayacağının şuuruyla kendisini milletinin büyük geleceğine hazırlar.
Bazı insanlar da vardır ki yüce Allah onlara doğuştan bu kabiliyeti vermediği için büyük şahsiyetlerin yanında aşağılık komplekslerinin pençesinde kıvranır ve fırsat kollayıp gücü ele geçirdiğinde iç dünyalarındaki eziklerinin yol açtığı yaraları tamir etmek ve sınırsız egosunu (biz bunlara liyakatsiz muhterisler diyoruz) tatmin etmek yoluna giderek çevresindeki insanlara karşı aşırı tahakkümcü bir tavır ortaya koyarlar. İşte Bülent Ecevit bunun çok çarpıcı bir örneğiydi.
Allah taksiratını affetsin, hatalarıyla sevaplarıyla tarihe mal olmuş İsmet Paşa’nın belki de bu millete yaptığı en büyük kötülük Bülent Ecevit gibi Türk milletinin derin hafızasında sadece ve sadece zam, zulüm, işkence, ekonomik yıkımlar ve siyasi entrikaların padişahı olarak hatırlanan bir siyasi figürü kendisinden sonra ikinci adam haline getirmesi ve sonunda Cumhuriyet Halk Partisini Bülent Ecevit’e teslim etmek zorunda kalmasıdır.
Sayın Genel Başkan,
28 Mayıs 1999 da kurulan 57. hükümetteki diğer koalisyon ortağınız ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmazla ilgili hükmünüzü genel seçimlerden birkaç gün önce Kahramanmaraş’ın Kıbrıs Meydanında seçim otobüsünden halka hitap ederken -daha öncede yazdığım gibi- hemen yanı başınızdaydım ve şöyle haykırmıştınız:
“Ey Mesut Yılmaz! Seçimlerden sonra Amerika’ya da kaçsan seni yakandan tutup getirip bu ülkede yaptığın yolsuzlukların hesabını sormazsam namerdim.” Ne yazık ki bu hesap soracağınızı ilan ettiğiniz Mesut Yılmazla ortak hükümet kurdunuz. Yani Mesut Yılmaz bu kadar yanlış adam mıydı? Tabii ki Doğu Perinçek kadar değil. Doğu Perinçek bu kadar yanlış adam mı? Tabii ki “Manukyan kadar, Sisi kadar” yanlış adam değildir.
Sayın Genel Başkan,
Merhum Türkeş Bey’in karizmatik liderliği ve Merhum Dündar Taşer’in müstesna öğretmenliğiyle bir siyasi harekete dönüşen Türk milliyetçiliğinin ve Türk milliyetçilerinin milletimizin büyük geleceğine dair bir medeniyet tasavvurunu siyasi dile tercüme ederek siyaset sahnesine çıkıldığında ülkemizin ve milletimizin her alandaki meselelerine çözümler manzumesi sunan bir milliyetçi büyük Türkiye idealimiz vardı. En temel iddialarımızdan üç tanesi o yıllarda;
1- Milli Eğitim sistemi, gayrı millidir. Türk milletinin büyük geleceğini inşa için “imanlı ve vatanperver, bilgili ve şahsiyetli kanaat önderleri”nin yetiştirilebilmesi için milliyetçi bir eğitim sistemi kurulmalıdır.
2- Türk gençliğinin kafası ve gönlü yabancı kültür emperyalizminin istilasına uğramıştır. Gençler tarihine, dinine, medeniyetine, kültürüne yabancı hatta düşman olarak yetişmektedir. Bunun önüne geçebilmek için devlet ve millet hayatında milli kültür politikaları hayata geçirilmelidir.
3- Türkiye’de adalet sistemi sağlıklı işlememektedir. “Adaletin güçlü, güçlülerinde adil olacağı” Başbuğ Türkeş’in ifadesiyle:” Lekesiz, gölgesiz bir adalet nizamı” kurulmalıdır.
Bu üç kabulden yola çıkıldığında Milliyetçi Hareket Partisinin koalisyon müzakerelerinde asla vazgeçmeyeceği şu üç bakanlığa “Millî Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Adalet Bakanlığı” talip olması gerekirdi. Ne yazık ki bu müzakereleri yürüten MHP heyetinin başındaki arkadaşımız müteahhitlik mesleğinden geldiği için evvel emirde Bayındırlık Bakanlığına talip olmuş hatta öyle bir noktaya gelmiştir ki sadece Bayındırlık Bakanlığını verseler ona da razı olacak haldedir.
Neticede müzakerelerin sonunda MHP bu üç bakanlıktan birini dahi alamadan başka bakanlıklara razı olmuştur.
Hatırlayacaksınız, 1999-2000’li yıllarda Genelkurmay Başkanı olan General Hüseyin Kıvrıkoğlu; “28 Şubat 1000 yıl sürecektir.” diyerek millî iradeyi ve TBMM’yi adeta yok sayan bir beyanat vermişti.
O günlerde ziyaretine giden hemşehrisi MHP milletvekili bir arkadaşımıza tehditkâr bir tavırla; “Bakalım MHP de Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi gibi mi yapacak? Yoksa, doğru dürüst bir siyaset mi izleyecek, göreceğiz.” demişti.
Bir başka günde bizi yazıhanemizde ziyarete gelen ve bu konuşmayı aktaran milletvekili arkadaşımıza bu görüşmeyi ve bu tehditkâr ifadeleri Sayın Genel Başkanımıza aktardığınızda ne cevap verdi diye sorduğumda, “Evet aktardım. Sadece sustu. Hiçbir tepki göstermedi.” demişti.
Sayın Genel Başkan;
Siz de çok iyi bilirsiniz ki, siyasetçinin iki gömleği vardır: Birisi bayramlık, diğeri idamlık!
Milletinin vekâletini almış siyasetçiler olarak sizlerden beklenen, yemininize sadık kalarak bu vesayetçi çevrelerin kurusıkı tehditlerine boyun eğmeyip gereğini yapmanızdı.
Geçtiğimiz aylarda bir grup emekli amiralin siyasi iktidarı Montrö Boğazlar sözleşmesiyle ilgili -sonunda haklı çıktıkları- bir uyarısı üzerine- siz bakmayın bazı siyasi partilerin sözcülerinin ortalığı birbirine katarak “Bunların hepsinin rütbeleri sökülmeli ve tutuklanmalıdır" diye efelenmelerine.Biz yakinen biliyoruz ki 28 Şubat sürecinde bu siyasi partilerin önünden bırakınız bir general veya amirali, iki pırpırlı bir uzman çavuş geçse içeridekilerin korkudan dizleri titrerdi.
27 Mayıs’ın “Kudretli Albayı” Alparslan Türkeş’in fırtınalarla dolu mücadele hayatından sonra engin tecrübelerinin ışığında sarfettiği “En kötü demokrasiyi, en iyi ihtilal idaresine tercih ederim.” sözünü hatırlarsınız.
Eğer partimiz iktidar ortağı olduktan sonra 28 Şubat sürecinde, “Demokrasiye balans ayarı veriyoruz” diyen generallerden o vakitler yargı önünde hesap sorulabilseydi, Türk milletinin gönlünde taht kurardınız.
Bu uğursuz 28 Şubat sürecinde tek yiğit ses, “Evet! Türkiye, İran olmayacaktır. Ama Suriye de olmayacaktır. Namlusunu milletine çeviren tanka selam durmam!” diye haykıran Merhum Ülkücü Gençlik Lideri Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’ndan çıkmıştı.
Efendi Barutçu
--Devam Edeceğiz…--