Millî Düşünce Merkezi, 2018-2019 dönemi bilgi şölenlerine başladı. Bilgi şölenlerinin ilk konuşmacısı İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ümit Özdağ idi. 12.09.2018 Çarşamba günü saat 19.00'daki konuşmanın konusu Suriye ve Sığınmacılar Meselesi olarak belirlenmişti. Genç, orta yaşlı ve yaşlı dinleyiciler salonu doldurmuştu. Orta yaşlılar ayakta duruyor, kızlı erkekli gençler yerlerde oturuyordu.
Büyük bir ilgi ve merakla Özdağ'ı dinlemeye gelenler, ilgilerinde haklıydılar. Konusuna hâkim bir konuşmacı vardı karşımızda. Konusuna hâkim ve anlatmak istediğini en sade dinleyicisine dahi anlatabilen bir konuşmacı.
Konu önemliydi. Türkiye'nin millî varlığı, Türk olarak yaşamaya devam edip edemeyeceğiyle ilgiliydi. Bir hayat memat meselesiydi.
Türkiye bir "kavimler göçü"ne sahne oluyordu. Kavimler göçü terimi, Özdağ tarafından bulunmuş, durumun vahametini en iyi şekilde ortaya koyan bir terimdi. Tarihteki kavimler göçü, Avrupa'nın etnik yapısını değiştirmişti; ülkemizde yaşanan kavimler göçü, Türkiye'nin etnik yapısını değiştirme istidadı taşıyordu. Rakamlar ve oranlar veriyor Özdağ:
Suriyeli sığınmacıların sayısı asgari 3,5 milyon. Yani Türkiye'deki her 20 kişiden biri Suriyeli Arap. Çare bulunmazsa 2040 yılında bu nüfus 8 milyona yaklaşacak ve 13 kişiden biri Suriyeli Arap olacak; Türkiye'nin demografik yapısı kökten değişecek. Gaziantep, Kilis, Hatay gibi illerimizde Araplar çoğunlukta olacak. Adana ve Mersin'de dahi yarıyı bulacak. Özdağ soruyor: Böyle bir kompozisyonda bu bölgeleri elimizde tutabilir miyiz?
Özdağ, 1071'den bugüne geniş bir tarih perspektifi çiziyor. Türkiye, 1071'den bu yana üç büyük tehlikeyle karşılaştı ve üçünden de kurtulmayı başardı. Birinci tehlike 1096'da başlayan ve yüzyıllarca süren Haçlı seferleri idi. Toplandılar, birleştiler, saldırdılar, fakat bu topraklardan bizi sökemediler.
İkinci tehlike fetret döneminde yaşandı. Osmanlı toparlanamasaydı, Anadolu'da tutunamayabilirdik .
Üçüncü ve en vahim tehlike, Mondros'la başlayan süreçti. Düşman dört bir yandan Anadolu'yu çiğniyor, dolduruyordu. Atatürk'ün önderliğinde Türk milleti canını dişine takmış, bu istilayı da ortadan kaldırmıştı. Yepyeni ve diri bir Cumhuriyet kurulmuştu.
Suriyeli sığınmacılar, 1071'den bu yana karşılaştığımız dördüncü büyük tehlike idi. Türkiye'nin demografik yapısı değişebilir, ülke bir Türk ülkesi olmaktan çıkabilirdi. Tehlike bu kadar büyüktü ama başta yöneticiler olmak üzere konuyu kimse umursamıyordu. Ne bir ses ne bir nefes. Konferanslar, paneller, açık oturumlar, yürüyüşler yapılması lazımdı ama herkes susuyordu. Mutlaka toplumsal ve politik bir refleks oluşturmak lazımdı. Özdağ, bunun için çalışacağım diyordu.
Irkçılıkla, sığınmacı düşmanlığıyla suçluyorlardı Özdağ'ı. Hayır diyordu, bunun ırkçılıkla, düşmanlıkla filan ilgisi yok. Elbette biz de sığınmacılara şefkat ve merhamet gösteriyoruz, göstermeliyiz. Ama herkes kendi ülkesinde mutlu olur. Türkiye, derhal Esad'la müzakereye oturup sığınmacıların güvenli bir şekilde ülkelerine dönebilmeleri için müzakerelere başlamalıdır. Özdağ bunları anlatmaya çalışıyordu. Bütün içtenliğiyle ve heyecanıyla.
Bir oran daha vardı. Bilgi Üniversitesi'nin yaptığı bir anket. Ülkemizdeki insanları %84-85'i Suriyelilerin ülkelerine dönmelerinden yanaydı. Yani vatandaşımız durumun farkındaydı. Ama ilgililer nedense bunu da dikkate almıyordu.
Ümit Özdağ'ın çok açık bir dille ve rakamlar vererek anlattıklarını dinledim ve düşündüm. Acaba Türkiye'yi yönetenler böyle mi olmasını istiyorlar? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sakıncalı. Andımız okullardan kaldırıldı. Acaba Türkiye'nin bir halita mı olmasını istiyorlar. Kavm-i necîb-i Arab necabetiyle buluşmak ve aileler mi kurmak istiyorlar?