Sayın Genel Başkan;
Türkiye’de 1968 ile 1980 yılları arasında yapılan mücadeleyi ve bu mücadelenin öncülerini hatırlar mısınız?
Bir hareketin yaşamasının ve başarıyı elde etme saadetinin ancak “yüce gayelerle” ve gayelerin gerçekleştirilmesinde tam bir “beraberklik halinde” bulunmasıyla mümkün olabileceğini sizde takdir edersiniz
1970’li yıllarda bizi güçlü kılan belirli bir gaye etrafında şuurla ve azimle birleşmenin sarsılmaz bir kuvvet olduğu hakikatini yorulmaksızın tekrar etmiş olmamız ve doğrulukla bıkmadan usanmadan çalışmamızdır.
27 Mayıs 2016 tarihinde, Kızılcahamam’daki Şehitler Abidesi’nin önünde, yaptığınız konuşmada:
“Yurt odalarında, okul binalarında, camii avlularında, yokluk ve mahrumiyet yıllarında çekilen eza, cefa, ızdırap dolu hatıralar davamızı yoğurmuş, ülkülerimizi buluşturmuştur.
Bu davanın temelinde kan vardır, kan!
Bu dava, şehitlerimizin ödedikleri bedelle bu günlere gelmiştir.
İdam sehpalarında diz çökmeyen, darbecilerin mahkemelerinde “Eyvallah” demeyen genç yaşlarda mahpus damlarını medreseye çeviren bir inanmışlığı hangi çılgın, çıldırmış bozguna uğratacaktır.
Eğer bozgun olur, buna da tepkisiz durursak bunu mahşerde şehitlerimize nasıl anlatır, bunu tarihe ve millete nasıl açıklarız?
Ne yapıyordunuz, ne ile meşguldünüz, demezler mi?
Şehitlerimiz sormazlar mı, biz kefensiz yatarken sizler davayı kefenlemek isteyenlere niçin engel olmadınız?”.
Sayın Genel Başkan;
İşte bizim bu mektuplarımıza konu olan feryadımız ve yazma sebebimiz de işaret buyurduğunuz şehitlerimize karşı mesuliyet duygularımızdan kaynaklanmaktadır. Özellikle “kefenlenmek istenen davamıza sahip çıkmak” adınadır.
Eğer yukarıdaki sözlerinizde samimiyseniz doğrusu, şehitlerimize karşı hesap verilecek mahşer gününde zât-ı alinizin yerinde olmak istemezdim.
1965’te Türkeş Bey’in, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne “genel başkan” olmasıyla başlayıp 12 Eylül 1980 darbesine kadar süren bizim mücadelemiz, ülkemizin ve insanımızın gözünü ve gönlünü saran karanlıkları devirme ve ışığa ulaşma mücadelesiydi.
Yabancılaşmadan “çağdaşlamak” hedefine varmaktı.
Bizim mücadelemiz;
“Atom ve füze sanayii ilk hedef olacak
Yabancıların oyunu nihayet bulacak
Her hesap Türk’e doğru
Her hesap Türklük için olacak
Yabancıların oyunu nihayet bulacak!”
haykırışlarında ifadesini bulan kalkınmış bir büyük Türkiye ülküsüydü.
Onun içindir ki,
“Genç arkadaş! Bütün karanlıklar seninle aydınlanacak!” diye haykırıyorduk.
Bizim mücadelemiz, bir nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak Türk milletinin mukaddeslerinin emrinde olmak mücadelesiydi.
Amacımız, bir çağın vicdanı olmak ve idrakimize giydirilen deli gömleklerinden kurtulmaktı.
Bizim mücadelemiz, göz kamaştıran Batı medeniyetinin ikiyüzlülüğünü aslında bir fuhşiyattan ve sömürgecilikten ibaret olduğunu ispat mücadelesiydi.
Bizim mücadelemiz, “muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak” köprü olmak içindi.
Gencecik yaşlarda Tanrı Kut Mete’nin; Alpaslan Gazi’nin; Celaleddin Harzemşah’ın; Osman Gazi’nin; Kosova sahrasında Murad Hüdavendigâr’ın; Niğbolu’da Yıldırım Bayezid Han’ın; Mohaç’ta Kanuni Sultan Süleyman’ın; Çanakkale’de Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Paşa’nın; Himalayaların Çegan Tepesi’nde şehit Enver Paşa’nın; Sakarya’da Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın gördüğü büyük rüyayı görüyorduk.
Etrafımızda oluşan hileler ve desiseler demirden dağ olsa o dağı eritecek ateşlere sahiptik.
Ne yazık ki, rüyalarımızı kâbusa dönüştürdünüz.
Sayın Genel Başkan;
Cür’etimi mazur görünüz ve lütfen aşağıdaki sualleri sormama izin veriniz.
Yukarıya kaydettiğimiz Şehitler Anıtı önündeki konuşmanızda belirttiğiniz büyük çile ve ızdıraplarla bir tanışıklığınız bir nebze yaşamışlığınız olmuş mudur?
Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde öğrencilik yıllarınızda her sabah okula giderken evden anne ve babanızla yakınlarınızla bir gün olsun helalleşip çıktınız mı?
Akademi’ye gittiğinizde, “Ülkücüler buraya giremez!” pankartıyla karşılaşıp, devrimci şer odaklarının saldırılarına maruz kaldınız mı?
Herhangi bir şekilde, bir okuldaki mücadelede, şehir meydanlarını dolduran yürüyüşlerde, mitinglerde gözaltına alındığınız, polis marifetiyle karakola götürülüp ağır hakaret ve işkencelerle karşılaştığınız olmuş mudur?
Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; herşey Türklük için!
diye haykırdınız mı?
Hançerenizi yırtarcasına;
“Millî devlet, güçlü iktidar!”
“Kahrolsun kapitalizm, komünizm ve her türlü emperyalizm!
“Herşey Türk için Türk’e göre Türk tarafından!”
diye haykırdınız mı?
Veya
“Çankaya yolundayız balam, Asya’nın bozkurtları
Gönüllerde aynı ülkü, Tanrı korusun Türk’ü!”
“Dokuz Işıkçı erleriz, milliyetçileriz!
Türk yurdunun bekçileri, toplumcularıyız!”
diye marşlar söylediniz mi?
Geceleri duvarlara;
“Millî devlet, güçlü iktidar!”
“Yaşasın dünya Türklüğünün bağımsız mücadelesi!”
“Mao değil, Alpaslan; Vietnam değil Türkistan!”
yazılı afişleri yapıştırırken Doğu Perinçek ve benzerlerinin hedef göstermesiyle Kızıllar tarafından arkadan kahpece kurşunlanıp ağır yaralı olarak hastanelere düştünüz mü?
Yine bu afişleri asarken veya duvarlara yazı yazarken her vesileyle saygıyla andığınız -Bülent Ecevit’in- POL-DER üyesi polislerinin hışmına uğrayıp geceler boyu falakaya yatırılarak tabanlarınız patlayıncaya kadar dayak yiyip evinize veya kaldığınız öğrenci yurduna arkadaşlarınızın kolları arasında adeta sürünerek gittiğiniz oldu mu?
5 Ocak 1978 - 12 Kasım 1979 tarihleri arasında hükümet olan ve Türkiye’nin üzerine bir karabasan gibi çöken CHP iktidarında ölüm sürgünlerine gönderilen binlerce ülkücü öğretmen, memur, idareci veya akademisyenler arasında zât-ı alinizin ismi geçiyor muydu?
Akademideki öğrencilik yıllarınızda şer odaklarının baskı ve zulümlerinden dolayı birçok ülküdaşımızın başına geldiği üzere, okulu bırakmak zorunda kaldınız mı?
Bizim bir büyük sevdamız vardı: Milliyetçi Büyük Türkiye’yi kurmak!
Birinci cihan harbi ve millî mücadele yıllarından sonra en büyük mücadeleyi veren ülkücü nesilleri “Yatağına Kırgın Irmaklar”ın yazarı şöyle anlatıyor:
“Ülkücülük” adı altında zamane gençliğini disiplinli, kadim kültür ve medeniyetiyle temas halinde ve alperen ahlâkına sahip bir davranış kalıbında bütünleştirmeyi gaye edinen hareket, aslında fütüvvet ruhunun 20. yy’da ihya manasını taşıyordu.
Bu hareket, 70’li yılların başlarında kendi içinde gelişerek “ülkücü” sıfatında karar kıldı.
Şövalyelik, yiğitlik, mertlik, delikanlılık, feragat ve diğer-kâmlık; her ne kadar eski zamanlara dair kıymet hükümleri gibi görünseler de insan ruhunun özlediği ezelî ve ebedî karakter güzelliklerini temsil ediyorlardı.
“Ülkücü”, iş bu vasıfları arayış gayretinin has ismi oldu.
Müslümanlığı seçen ilk Türk toplulukları içinde yiğitlik ve bilgeliği şahsında birleştiren “alperen” ve “gazi-derviş” karakteridir ülkücülük.
Merhum Türkeş Bey’in ifadesiyle:
“O kadar gençtiler ki, ne kadar büyük işler yaptıklarının farkında bile değildiler.”
Devam edecek …