Türklerin kutsal mekânı Ötüken, matematiksel konum olarak 47° kuzey paraleli ile 101° doğu meridyenlerinin çakıştığı yer olarak tarif ediliyor.[1] Matematiksel konumu bu şekilde tarif edilen Ötüken, Türkolog A. Von Gabaın’in dediğine göre, güneyinde Hangay (Hsün-chi) Dağı, kuzeyde ise Tamır ırmağı ile çevrelenmiş doğal savunma kalesi durumunda olan bir yayladır.[2] F. Sümer ve Fuzuli Bayat’a göre ise Ötüken, şimdi Moğolistan’da Hangay sıra dağlarının doğu kesiminde Orhun ve Tamır Irmaklarının kaynaklarının bulunduğu yerde, Uygurların başşehri olan Ordu Balık’ın az güneyinde bulunmaktadır.[3] Bu konuda son zamanlarda görüş beyan eden Saadettin Gömeç’e göre de, ‘il idare edilecek yer’ olarak gösterilen bu yerin tek bir nokta olmaması, bunun geniş bir coğrafî mekânı ifade etmiş olması gerekir.[4] Ötüken’in yeri konusundaki en yeni çalışmayı yapmış olan Erhan Aydın geniş bir kaynakça ve yazıtlardaki bilgilerin dikkatli bir incelemesi ile konu üzerinde yeni önerilerde bulunmuş, Ötüken’in yerini de, bugünkü Moğolistan’ın Zavhan-Aymak sınırları içerisinde bulunan ve 4021 m. yükseklikteki Otgon Tenger dağı civarı olarak tespit etmiştir.[5]
Gök Türklerin başkenti olan Ötüken bölgesinde başlıca üç ırmak vardır. Bunlardan Orhun Irmağı, şehrin güneyine bitişik dağlardan çıkıp kuzey-doğuya doğru, Tamır Irmağı, şehrin batısından geçerek kuzeye doğru, Kurban Tamır Irmağı ise kuzey doğuya doğru akardı. Bu ırmakların her üçü de, başkentin yaklaşık 48 km (30 mil) kadar kuzeyinde bulunan bir yerde birleşerek büyük Selenga nehrini oluştururdu.[6] Orhun ve Tamır ırmaklarının baş kısımları, Türklerin ve hattâ bütün Orta Asya halklarının en kutsal yeri sayılan Ötüken bölgesini çeviriyordu.[7] Kitabelerde yalnız ‘Iduk Ötüken’ ve ‘Tamıg Iduk Baş’ kutsal olarak görülüyor. Bunlardan ilki, kağanlık merkezi, diğeri ise Tanrıya kurbanlar sunulan ve bir ziyaretgâh durumunda olan Tamır suyunun kaynağıdır.[8]
Güneyinden Hangay Dağı, kuzeyden de Tamır ırmağı ile sarılmış olan Ötüken yaylaları, tabiî ve yüksek bir kale vaziyetinde idi. Yaylanın bu vaziyeti, müdafaasını kolaylaştırdığı gibi, orada hâkim olan kuvvetin etrafa nüfuz ve tesirini de kolaylıkla temin ediyordu. Onun için bu dağ diğer bütün uruğ ve milletler için daima önemli bir devlet merkezi, yaz için gayet iyi bir yayla ve tehlikeli zamanlarda da mükemmel bir korunma yeri idi. Ötüken dağının bu fevkalâde vaziyeti buraya eller gözünde tarih boyunca süren büyük ehemmiyet kazandırmış ve Türklerde bu dağın kutsiyet ocağı ve mukaddes ruhun ikametgâhı olduğu kanaâtini doğurmuştu.[9] Yani Ötüken, Çin’e taarruz eden bozkır orduları için bir üs ve mühimmat merkezi olması sebebiyle olduğu gibi, burasının savunulması için de önemli olmuştur.[10]]
Ötüken, iktisadî ve stratejik konumu sebebiyle Hun devletinin başkenti olmuş, hem birinci hem de ikinci Gök Türk İmparatorluğunun başkenti ve kutsal vatan sembolü durumuna gelmiş, ayrıca Uygur Türk devleti ile Cengiz devletine de başkentlik yapmıştı. Orhun-Yenisey yazıtlarında ormanlık ve dağlık bir yer olarak belirtilen Ötüken Aşina boyunun tözü olmalıdır.[11] Gök Türklerde, tabiat ruhları yazıtlarda görüldüğüne göre ‘yer-su’lar diye anılıyordu. Bu tâbir ‘yer-suv’ şekliyle Uygurlarda da vardı ve bu ‘yer-sular’ kutsal ‘ıduk’ yani mübarek ve mukaddes sayılıyordu.[12]
Orhun ırmağının kaynağına yakın yerdeki Ötüken yöresi anlaşıldığına göre, sulak, çayırlık, her bakımdan hoş bir yerdi.[13] Bahaeddin Ögel’e göre ise asılında Gök Türklerin başkenti olan Ötüken bölgesi ıssız, tabiat şartları bakımından çok verimsiz dolayısıyla çok sayıda insanın barınamayacağı bir yerdeydi.[14] Ötüken’in bulunduğu yerler, Batı Gök Türklerinin Tanrı Dağları’ndaki yaylaları ve ovaları ile karşılaştırıldığında, bu ünlü başkentin çok verimsiz bir yer olduğu açık olarak görülebilir. Hattâ bu sebeple Ötüken etrafındaki yerlerde, büyük şehirlerin ve medeniyetlerin kurulmuş olmasını beklemek yersizdir. Ancak, başkent Ötüken Bölgesi’nin, askerî strateji bakımından önemli bir yeri vardı. Ötüken Bölgesi Büyük Gök Türk devletinin Çin ile olan bağları bakımından çok önemli bir bölgedir. Ötüken’in güney-doğusundan Gobi çöllerinin içlerine doğru uzanan Altay Dağları’nın bir ucu, Çin’e gitmek için güzel bir sıçrama tahtası vazifesi görüyordu. Özellikle abidelerin bulunduğu Koşo-Çaydam bölgesi, geçmişte olduğu gibi, bugün bile stratejik bir öneme sahiptir. Burası Orhun Havzasının doğudan giriş kapısı olduğu gibi, Çin’den gelecek tehlikelere karşı da ilk engelin oluştuğu yer durumundadır.[15] Belki bu stratejik önemi Ötüken’e bütün tarih boyunca önemli bir yer kazandırmıştır.[16]
Bir mekânın iktisadı veya stratejik ya da her ikisi bakımından istenilen bir yer olması o mekânı tek başına kutsal yapmaya kâfi değildir. Bu bakımdan Ötüken bölgesinin kutsal bir yer sayılmasının, Orta Asya inanç ve mitolojisine dayanan birçok nedenleri olmalıdır. VII. asırda bütün Türk boyları ve Gök Türk imparatorluğuna bağlı yabancı boylar için Ötüken dağının ve ormanlarının kült olduğu gerek Gök Türk yazıtlarından gerekse daha sonraki Uygur yazıtlarından[17] anlaşılmaktadır. Gök-Türkler gerçekten zamanımıza öyle yazıtlar hediye etmişlerdir ki bunlar yalnız onların hayat düzenini öğrenmek bakımından çok önemli olmakla kalmamış, birbirini takip eden fikir ritimleri halinde, âdeta sanatkârane bir surette kendi âlemlerinin hayata, ölüme, muharebeye ve teşkilâta ait tasavvurlarını ve düşüncelerini dile getirmişlerdir. Ancak Orhun Bölgesinde Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk adına dikilmiş olan bu yazıtlar, daha çok ‘İl Bengüsü’ yani devlet yazıtları olduğundan bunlarda halk inanışlarının ve geleneklerinin izlerini aramak doğru bir yaklaşım değildir. Bu yazıtlar zaman zaman Türk milletinden söz açarken bütün Türkler için ‘Ötüken Yış Budun’ (Kutsal Ötüken Ormanının Milleti) diyorlardı. Orhun Bölgesi’nin Orta Asya’nın en kutsal yeri olduğundan şüphe yoktur. Yazıtlarda görüldüğü gibi Gök Türkler bu bölgeye Ötüken adını veriyor. Hunların başkenti ‘Ejderler’ şehri, Gök Türklerin ‘Ötüken’i, Uygurların ‘Ordu-Balıg’[18] ve Avarlar’ın başkenti, Cengiz İmparatorluğunun ‘Kara Kurum’[19] adlı başkentleri hep bu havza içindeydi. Uygur başkenti Ordu-Balıg uzun zaman Orta Asya tarihindeki büyük ününü kaybetmemişti.
Yazıtların ifadesinden anlaşıldığına göre Ötüken cihanın bir merkeziydi. Bir cihan devleti olma amacında olan Türk devletinin merkezi de cihanın merkezinde olmalıydı. Dolayısıyla Orta Asya’yı hakimiyeti altına alan bir devlet başkent olarak Ötüken’i seçmek zorundaydı. Çünkü, burası kutsal bir yerdi. Tanrı’nın dünyaya, dünyanın da Tanrı’ya en yakın olduğu yer burasıydı.[20]] Orta Asya egemenliği ancak bu görevi yerine getirmekle tamamlanabilirdi.[21]
Sibirya ve Çin mitolojisine göre, ‘yerin, gökle birleştiği’ bazı kutsal bölgeler ve dağlar vardı.[22] Dağ ve daha eski çağlarda orman, hayat ile ölümün birleştiği, sonsuzluğun tahakkuk ettiği yer olmuştur.[23] Gökle yerin birleştiği nokta olması dolayısıyla ‘dağ’ dünyanın merkezidir ve büyük bir ihtimalle dünyanın en yüksek yeridir. Bu nedenle kutsal bölgeler, kutsal yerler, tapınaklar, saraylar, kutsal şehirler dağlarla özdeşleştirilmiştir ve merkezdirler.[24] Dağ kültü çok eski çağlardan beri muhtelif uluslarda bulunduğu malûm olan cihanşümul bir külttür. Eski Yahudiler Sina dağını, Araplar Arafat dağını, Yunanlılar Olimpos’u, Hintliler Himaliya’yı, Moğollar Burhan-Haldun’u takdis etmişlerdir.[25] Bu bakımdan kutsal yerler, Türk toplulukları için de sadece sıradan taşlar, kaya, pınar, dağ, çay değildir. Bunların özellikleri kutsal dinî merkez olmalarından gelir.[26] Üç bölge prensibi, kökünü üç zaman kanunundan almıştır. Bu üç bölge, Gök, Yeryüzü ve Yeraltıdır. Ötüken evrenin merkezinde bulunmakta olup, üç zaman, geçmiş, şimdi ve gelecek, üç kozmik bölge yani, yer, gök ve yer altı burada kesişmektedir.[27]
İnsanlar hangi inanç sistemine mensup olurlarsa olsunlar tarihin her döneminde Tanrı’ya ulaşmak, Tanrı’yla ilişki kurmak, dua etmek, yakarmak amacıyla belirli mekânları kendilerine vasıta kılmışlar ve bu alanları da kutsal saymışlardır. Yazıtlardan ‘yoğ’ yâni ölülere yapılan merasimin ancak Ötüken dağ yaylalarında yapılmış olduğu anlaşılıyor. Eski Türk inanç sistemine göre Tanrı’ya yakın olarak kabul edilen yerler hayatın başladığı yerler olarak kabul edildiği gibi, aynı zamanda mezar alanı olarak da kullanılmıştır.[28]
Kutsal olarak algılanan alanlar, yaşanan dünya ile ruhanî dünya arasında bir geçiş bölgesi[29] olarak kabul edilmiş, buralar dünyadan ziyade diğer dünyayı temsil eden mekânlar olmuştur. Bu dünyada öbür dünyayı hatırlatan, Tanrı’ya ulaşmada vasıta olarak kullanılan bu alanlarda yılın belirli dönemlerinde Tanrı’ya bağlılık göstermek ve Tanrı’ya ulaşmış (ölmüş) ataların ruhları için kurbanlar kesilmiş diğer dinî faaliyetler gerçekleştirilmiştir.
Ch’i-tan’lar Kuzey Çin’deki Hei-shan dağını bir ölüm dağı olarak kabul ederlerdi. Onların inançlarına göre insan ölünce ruhları bu dağa gidermiş. Bunun için her yıl bu dağa kurban adarlarmış.[30] Gök Türklerin de, Ötüken’in batısında 500 li (267 km) mesafede kutsal Po-teng-ning-li (Budin inli) adlı dağı var ki anlamı ‘ilin koruyucu ruhu’ demekti. Bu dağın üzerinde ağaç ve ot yoktur. Hakanın çadırı Ötüken dağında olup, kapısı doğuya bakardı. Gök Türkler, Tanrı’ya kurban merasimini işte bu ‘Budun inli’ dağının yakınındaki nehir kıyısında yaparlarmış.[31] Bu ‘Budun inli.’ dağı bütün vatanı ve milleti koruyan Tanrı’nın makamı olan dağ demek olmalıdır.[32] Gök Türklerin menşe mağarası olan Ergenekon ile Ötüken’in 500 li (267 km) batısında ata ruhlarına kurban sunulan yer ile aynı yer olduğu söylenir.[33]
Kurt efsanesi yalnız Gök Türkler için değil, fakat bütün Türkler için tipiktir. Gök Türk yazıtlarında sık sık adları geçen Sir Tarduşlar kabilesine ait bir kurt efsanesi vardır. Bunda, bu kabileye başı kurt başı olan bir adam görünmüş ve mahvolacaklarını bildirmiş. Bu vaka Şa-do-mi’nin başına Yü-du-cün dağının (=Ötüken) civarında gelmiş. Bu dağ Türklerin kutsal bir dağıdır. To-balar’ın da bir kurt dinine sahip olmuş olmaları pek muhtemeldir. Çok kere kuzey Çin’de kurt dağları, kurt nehirleri ve kurt dağının bir Tanrısına ait bir mabet zikredilmektedir.[34] Gök Türklerde ise kurt bayrakların üzerinde, üst kısmında tasvir olunmuştur.[35] Hattâ Çinliler, kurt adlı bir yıldızın durumuna bakarak, kurt ongunlu Kuzey Asya kavimlerinin geleceği hakkında hükümler de çıkarırlarmış.[36] Orta ve merkezi Asya dağlarının çoğuna Türkçe veya Moğolca mukaddes, mübarek, büyük ata ve büyük hakan anlamına gelen adlar verilmiştir. Gök Türkler de, aynı inanç sistemi çerçevesinde ‘Iduk Ötüken, Iduk Baş, Tamug Iduk Baş’ gibi dağları takdis ederek hepsine “ıduk yer-su” demişler.[37
Eski Çin kaynaklarına göre, yirmi dört Hun kabilesinin başkanı, yılın beşinci ayında Lunk-Çenk şehrinde toplanarak, Gök-Tanrı’ya, Yer ve Sulara kurban veriyorlardı.[38] Güney Hunlarının başkent ve mukaddes bir merkez mahiyetinde inşa ettikleri Kut-lang şehri bugünkü Kansu’nun Li-ang-chou mıntıkasında bulunuyordu. Bir dörtgen şeklindeki bu şehrin doğu-batı mihveri kuzey-güney mihverinden daha uzundu. Hunlar Kut-lang’da, yer mabudu sayılan ejdere ibadet ederlermiş. Hunların ve Türklerin yer ve gök mabudu sıfatı ile ejder ibadeti hem Kut-lang’da hem de Orhun Bölgesi’ndeki başkentte, mevsimlerin değiştiği devirlerde, bilhassa yaz başlangıcında yer alırmış.[39] Hunlardan sonra Türk Devletinin başına geçen Tabgaç sülalesi zamanında da bu inançlar devam ettirilmiş, onlar da baharın ilk ayında kutsal Atalar Mezarlığında Gök Tengri’ye kurbanlar sunmuşlardı. Onlar kurbandan sonra kayın ağaçları dikerler, böylece kutlu ormanlar meydana gelirdi. Çin kaynaklarının dediğine göre, Gök Türk asilzâdeleri, her yıl atalarının çıktıkları mağaraya gidip takdis merasimi yapıyorlardı. Bundan başka halk, yılın beşinci ayının yirmisinde Ötüken’e giderek Semânın ruhuna ibadet ediyordu. Erken Çin kaynaklarından gelen haberler Türklerin ruhlara inandıklarını ve büyücüleri saydıklarını haber veriyor.[40] Sonuçta başkentleri kutlu Ötüken olan Gök Türkler, tıpkı kendilerinden önceki Türkler gibi, Kutlu Atalar Mezarlığında da kurban keserlerdi.[41] Bu dinî törenleri ‘baş-rahip’ durumunda olan kağan kendisi yönetirdi. Devlet ile din işleri reisliği birbirinden ayrılmamıştı.[42] Hunlarda bile en büyük rahibin devlet reisleri olduğu anlaşılıyor.[43]
Türk mitolojik tasavvuruna göre, yaratılış ve sonun dünyanın merkezinde gerçekleşmesi, kutsallığın dışa vurulmasıyla bağlantılıdır. Merkezin en yüksek değerlere sahip olması da yaratılışın ve başlangıç noktasının orada olmasındandır. Türk cihan devletinin başkentinin Ötüken olarak belirlenmesi de kutsal merkez anlayışına dayanmıştır. Ancak kutsal merkezin zamanla taşınması, yani başka bölgelere götürülmesi de pekalâ mümkündür.[44] Abakan nehrinin sol tarafındaki ‘Tiy’ (Tüü) çayı sahilinde meskûn olan Beltirler, Tanrı’ya kurban sunulan dağa bir kadının ayak basması sonrasında, kurban sunma vazifesini diğer bir dağda yapmaya başlamışlar, önceki dağın fonksiyonunu bu dağa icra etmişlerdi.[45]
XI. asır müelliflerinden ve Isığ Göl muhitinden Balasagunlu Yusuf Has Hacib, eski devrin büyüklerinden pek çok vecizeler, tavsiyeler ve nasihatler naklediliyor. Bunlar arasında Peygambere isnat edilen hadis ve ünlü İslâm ahlâkçılarından, mutasavvıflarından vecizelere rastlanmıyor.
Nakledilen vecize ve nasihatlerin hepsi Türk büyükleri, beyleri, hekimleri ve kumandanlarının sözleridir. Kendilerinden öğüt nakledilen bu Türk büyüklerinin Müslümanlıkları şüphelidir. Türklerin İslâmiyet’i kabulünden sonra ve Orhun çevresinden çok uzaklarda yazılan Kutadgu Bilig’de ‘Ötüken’ beyinin hikmetli sözleri örnek olarak naklediliyor.
“Negü tir eşitgil Ötüken begi,
Sınap sözlemiş sözni yetrüp ögi”[46]
“İdi yakşı aymış Ötüken begi
Tilin tutzu birmiş sanga söz yigi”[47]
Yusuf Has Hacib’in Ötüken beylerinden naklettiği hikmetli sözler Kül Tigin’e mi, Bilge Kağan’a mı, Tonyukuk’a veya belki de Böğü Kağan’a mı aittir bu bilinmez. Fakat bu sözler bir Kırgız beyine veya bir Moğol hanına ait değildir. Ötüken geleneklerinin ve buraya hakim olanların hikmetli sözlerinin XI. asırda çok uzaklarda uzun müddet devam etmesi manidardır. Yusuf Has Hacib’in çağdaşı olan ve eserini Bağdad’da yazan Kaşgarlı Mahmut da, Ötüken’i biliyordu. Orhun Abideleri yazılırken Türk hakanının ordugâhı olan ‘Ötüken’ onun çağında, ‘Tatar bozkırlarında Uygurların memleketine yakın bir yerde’ bulunuyordu.[48]
Hayat, yerin rahminden bir çıkış, ölüm ise ‘yuvaya’ dönüştür. Vatan toprağına gömülme isteği kendi toprağına duyulan mistik aşkın, kendi öz yuvasına dönme ihtiyacının kutsal olmayan bir biçimidir.[49] Ergenekon ile örtüşen Ötüken’i atalarımız geçmişte niçin öyle görmesinler ve neden burasını baba ocağı, ana kucağı olarak görmesinler? İşte bundan dolayı Ötüken’in kutsiyetinin bilincinde olan Bilge Kağan, kardeşi Köl Tigin adına bu coğrafyada anıt mezar külliyesi inşa ettirmiş, yazıtını da buraya diktirmişti.[50] Gök Türklerin ‘ıduk’ ‘yer-sub’ (mukaddes yer-su) ile ifade ettikleri mefhum hem koruyucu ruhlar hem de vatandır. ‘Eçümiz apamız tutmış yer-sub’ = (atalarımızın idare ettiği yer-su) cümlesindeki yer-su vatan kültü olan yer-su’dur. Kült olan bu vatan ‘yer-suy’u, Ötüken ve ‘Budın inli’ dağları ile ormanları temsil ediyordu.[51] Çin’in ortasında Wei Irmağının kuzeyinde Yün-Yang’daki Kan-ch mabedinde Hunların göğe kurban verdikleri altın heykelin M.Ö. 124-119 yıllarındaki Türk-Çin savaşlarında General Ho-Chü-P’ing tarafından ele geçirilmesi Çin hükümeti tarafından büyük bir başarı olarak değerlendirilmiş, Türkler için ise felâket yıllarının başlangıcına işaret sayılmıştı.[52] Çünkü kutsal merkezin korunması, kutsal zamanın ve mekânın Tanrı himayesinde olması, Türk düşüncesinin en belirgin özelliğidir.[53] Ötüken bölgesini ele geçiremeyen ve başkentini burada kuramayan bir devlet, büyük bir teşekkül veya imparatorluk sayılmazdı.[54] Eski Türk tefekküründe bir devletin kuruluşunun zaman ve mekânın yenilenmesi olması Gök-Türk yazıtlarında da görülüyor. Yazıtlarda zamanın ve kâinâtın başlangıcı Gök-Türk devletinin kuruluşu ile başlatılmakta; “Üze kük tengri asra yağız yir kılındıkda ikin ara kişi oğlı kılınmış, kişi oğlında üze eçüm apam Bumın Kağan İstemi Kağan olurmış”[55] denilmektedir. Burada aynı zamanda cihan şümûl bir hakimiyet ve devlet anlayışının ifadesi vardır. Ancak bu cihan şümûl devletin muayyen coğrafî hudutta tahakkuk ettirilmesi de icap ederdi. Bu hudutların merkezini Orhun havzasındaki mukaddes Ötüken Yış teşkil ediyordu.[56]
Kutsiyeti bakımından üç hak din için Kûdüs, Müslümanlarca Mekke ne ise Doğu Türk elinin Ötüken’i de odur. Birçok araştırmacı eskiden beri, “Şamanizm’de bir peygamber ya da kutsal bir kitap olmadığı için, Kamlar toplum içinde sivrilmiş ve statü olarak önemli bir yer edinmişlerdir”[57] iddiasında bulunur. Ancak İslâmiyet’ten çok önceleri Türkler, müntesip olduğu bir hak dinin farzlarından olmak üzere Ötüken’de hac, Tamug Iduk Baş’ta kurban vazifesini ifa etmişlerdi.[58]
Kaşgarlı, biri Buharalı, diğeri Nişaburlu sözüne güvenilir iki âlimi delil göstererek bir olay anlatır ve bir hadis nakleder: “Peygamberimiz, kıyamet belgelerini, âhır zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada ‘Türklerin dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır’[59] buyurmuş. Müellifimiz Kaşgarlı’nın ‘ad olarak Türk adını Ulu Tanrı vermiştir’ dedikten sonra, ravî silsilesiyle birlikte, Yüce Tanrı “benim bir ordum vardır, ona ‘Türk’ adı verdim, onları doğuya yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri, o ulus üzerine musallat kılarım” şeklinde bir Hadis-i Kudsî naklediyor.[60] Allah’ın ve son resûlünün övdüğü Türklere, tebliğci olarak peygamber ve ilâhi hükümleri içeren bir kitap gönderilmiş olduğunun kabulü aklın ve İslâm itikadının bir gereğidir. Uzak olmayan bir gelecekte araştırıcıların çalışmalarının sonuçları bu keyfiyeti tespit ve bu satırların beyanını teyit edeceğinden şüphe yoktur. Oğuz Kağan’ın bir Türk peygamberi olabileceği yönünde ciddi görüşler ileri sürülmüştür.[61] Dede Korkut’un da bir Türk peygamberi olabileceği yönünde eskiden beri görüşler vardır.[62] Balasagun dağlarındaki zaviyesinde yaşayan, henüz Müslüman olmamış Kulbak adlı ehli kerâmet bir Türk zahidinden bahsedilir.[63] Türk tefekküründe hakanların gökte doğması[64] ve hakanlık görevini yedi veya dokuz kat gökte alması[65] ile, imam efendinin Cuma ve bayram hutbesini irât ettiği mahâllin dokuz basamaklı olması ve bu mahâlle dokuz tedbir ile çıkılması, ibret nazarıyla bakınca İslâmiyet öncesi Türk Dinine dair çok şeyler düşündürüyor. Bu bakımdan rahmetli hocamız Bahaeddin Ögel’in dediği gibi; “Türkler hiçbir zaman İslâmiyet’i aynen alamamışlar ve onu ancak kendi hislerinde yoğurarak kendilerine benzetmişlerdir”.[66] Anlaşılıyor ki, Türklerin İslâmiyet öncesi tabi oldukları gerçek Türk Dininin imân ve ibadet esasları aslında İslâmiyet’in tebliğ ettiği imân ve ibâdet esaslarından çok da farklı değildir.[67] Bu sebeple Türklerin Türkistan’da ilk İslâm fetihlerine karşı çetin mücadelesinin gerçek sebebi kuşkusuz İslâm dinine bir mukavemet değil, Orta Asya’da hakimiyeti elde tutmak ve fatihlerin ganimet hırsına karşı koymak için Arap devletine karşı gösterilmiştir. V.V. Barthold, Arapların Türklerle olan temasları konusunda; ‘hiç şüphesiz fatihlerin hareketlerinin tek sürükleyici gücü ganimet ve şeref arzusu olup umumiyetle hem onların ve hem de memleketin müdaflerinin nazarında dinin önemi azdı’[68] diyor.
Şimdiye kadar yapılan çalışmalar sonucunda Ötüken’in ifade ettiği coğrafya, burasının Türkler ve diğer Orta Asya halkları için kutsiyeti ve bu kutsiyetin sebepleri hakkında ittifak sağlanmış, bu konuda ciddi bir tereddüt kalmamıştır. Ancak bu adın ne manaya geldiği konusundaki tartışmalar henüz sürmekte olup tatmin edici bir sonuca ulaştırılmış değildir.
Saadettin Gömeç’e göre, Ötüken adı en azından ifade ettiği coğrafyanın genişliği kadar geniş bir mana ifade etmiş olmalıdır.[69] Ötüken adı hakkında görüş beyan eden Fuzuli Bayat, “Ötüken kelimesinin etimolojisini genellikle dua, talep, istek anlamını karşılayan ‘öt’ köküne bağlamak daha çok kabul görmüştür’”[70] dedikten sonra, “Ötüken sözündeki gan/ken eki Ülgen adındaki ‘gen’ eki ile aynı kozmogonik semantik işlevlidir. Nitekim, ilâhî menşe, kutsallık, töz anlamları bildiren ‘gan/ken eki ile ilgilidir. Gan/gen eki ilk başlarda akrabalık paradigması olan ‘ka’ kökünden türetebilirdi”[71] diyor. Ancak bu durumda, mahlûk ile hâlık, yer değiştirmiş olmaktadır.
Ötüken’in yeri konusundaki en yeni çalışmayı yapmış olan Erhan Aydın aynı çalışmasında bu adın etimolojisi ile ilgili olarak; “Kadın şaman’ anlamına gelen idugan/idugen’in, Ötüken adı ile ilgili olması gerekir. Gerçekten +kAn ekinin günümüz Moğolca’sında dişilik yapmada da kullanılıyor olması önemli bir veridir” dedikten sonra; “Ötüken adının ‘ötü’ tabanından, fiilden ad yapan +g ve addan ad yapan +kan (Mo.?) ekiyle kurulduğu ve Kadırkan ile Tenrikan’deki +kan’ın aynı ek olduğu ve nihayet Moğolca ‘kadın şaman’ anlamındaki idugan/ idugen’in de Ötüken kelimesiyle ilgili olduğu’”[72] önerisinde bulunmuştur. Bir başka araştırmacı Osman Karatay, ‘Ötüken Yış’ adlı makalesine[73] yaptığı ilâvede “Eski kaynaklarda Ötüken dışında başka yerler için de ‘yış’ kullanılır. Bahsedilen çalışmamızda, kelimenin esas anlamını tespitte bize en fazla yardımcı olan da bu anlam çeşnisi olmuştur. Bizim sonuçlarımıza göre, Ötüken özelinde bu kelime ‘memleket’ anlamıyla kullanılmıştır”’[74] diyor. Görüldüğü üzere Ötüken adının manası hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüş olmakla beraber, bu konuda henüz ittifak sağlanmış değildir.
Ötüken adının birinci kısmındaki ‘Ötü’ kelimesi hakkında araştırmacılar arasında büyük ölçüde bir ittifak bulunduğu görülüyor. Buradaki ‘ötü’ bütün kaynaklarımızda, seslenmek anlamındaki Türkçe ‘öt’ kökünden gelmekte olup, ‘rica, rica etmek, ibadet, ibadet etmek, dilek, dilekte bulunmak, hikâye, hakana sunulan dilek, arz etmek, büyüklerden bir dilek istemek, dilemek, dua, dua etmek, hürmet etmek, takdim etmek’[75], ‘Şefâat istemek, niyaz etmek[76] anlamlarında kullanılmıştır. ‘Ötü’ kelimesinin Gök Türk yazıtlarında[77] ve Eski Türk şiirlerinde[78] bu manada kullanıldığı görülüyor.
Türkçe’mizde bir vazifeyi yerine getirmek, ödemek, ifa etmek anlamlarında bir ‘öte’ kelimesi bulunmaktadır.[79] Arapça’da din’in borç anlamına gelen ‘deyn’den gelmesi gibi, her halükârda dinî bir tabir olarak gördüğümüz ‘Ötüken’ adının da bu ‘öte’ kelimesiyle münasebeti düşünülebilir. Kaldı ki dinin imân ve amele dair hükümleri mükellef üzerine bir borç ve dinin icrası bu hükümleri ifa meselesidir. Bu durumda ‘Ötüken’ adındaki ‘ötü/öte’ kelimesi, ‘dua, rica, dua etmek, rica etmek’ anlamları ile ‘öde, ödeme’ anlamlarında bir köktür.
Türkçe’mizde, fonksiyonunda genellikle fiil kök ve gövdelerinden ‘kuvvetli bir aşırılık’ sıfatları ile ‘Tanrı sıfatları’ türeten ve kendisinden önceki kelimenin ses durumuna göre Gan/gen>kan/ken eki durumunu alabilen işlek bir ek vardır. XI. asır müellifimiz Yusuf Has Hacib;
“Bayat atı birle sözüg başladım
törütgen igidgen keçürgen idim”[80] diyor.
Yusuf Has Hacib’in çağdaşı Kaşgarlı da eserinde ‘gan/gen’ eki ile yapılmış çok sayıda sıfat örnekleri veriyor.[81] ‘Gan/gen’ ve g/k>0 ses değişmesi kuralına göre ‘ken/kan’ ile yapılmış olan bu sıfatların çoğunun birer birer Tanrı’nın sinonimleri olduğu görülüyor.
Erhan Aydın’dan çok önceleri Türkolog Nikolai Poppe, ‘Ötüken’ adının Moğolca’da yer ilâhesi manâsına geldiğini iddia etmişti.[82] Moğolların Gizli Tarihi adlı eserde Cengiz Han’ın sözleri arasında ‘anamız Etugen[83] sözü geçiyor. B. Ögel’e göre, Moğolların Gizli Tarihi’nde Cengiz Han’ın sözleri arasında geçen bu ‘Etugen ana’nın Gök Türklerin mukaddes yeri sayılan ‘Ötügen’le ilgili olması çok muhtemeldir.[84] ‘Etugen’, ‘Ütigin’ veya ‘İtügen’ Moğollarda bir yer tanrıçasıdır. Çin’de Shang sülâlesi sonlarına doğru kuzey tesirli bir Toprak ana ilâhesinden söz ediliyor.[85] Eski toplumlarda aile reisinin adı ile mitolojik ana ve yerin adı aynıdır.[86] ‘Ötügen Kutu’nun çok uzun zamandır Türkler ve Moğollar için müşterek mukaddes bölge ve vatanı koruyan ruh-tanrının bulunduğu yer sayıldığı görülür. Hattâ, bazı araştırmacılara göre, ‘ötüken’ kelimesi ‘Od ana’ (ateş ana) kelimesinin değişik varyantı veya tercümesidir.[87]
Cengiz Moğollarının kökleri Alan-Kova adlı bir kadın-ata’ya dayanır.[88] Moğollardaki ‘Etugen ana’, ana tanrıça tasavvurunun ana etrafındaki aile düzenin bir görünümüdür. Moğollar Cengiz çağında bile ana ailesinin özelliklerini taşıyorlardı. Bunlarda ‘ana ata’ anlayışı egemen olup aile yapısında büyük bir rol oynamıştır. Halbuki Türklerde Hunlar çağında bile ana ailesinin en küçük bir izine rastlanmıyor.[89] Türklerde hiçbir kavmin dişicil isim taşımamış olması, Türk izdivaç şeklinin ‘exogamy’ ve aile yapısının kadim zamandan beri ‘pederi aile’ olduğunu gösterir. Kaşgarlı Gök Türklerin selefleri olan Tobalar (Tabgaç) konusunda çok tereddütlüdür. Şöyle diyor; “Tavgaç: Türklerden bir bölüktür. Bu diyarda otururlar; bu sözden alınarak, bunlara ‘Tat Tavgaç’ denir, ‘Uygur’ demektir; ‘Tat’tır, ‘Çinlidir. Bu ‘Tavgaç’tır.” “Tat Tavgaç; bu sözdeki ‘Tat’ kelimesinden ‘Farslılar’, Tavgaç’ kelimesinden de ‘Türkler’ murad edilir”.[90] W. Eberhard da Tobalar, “H’yung-nu boyundan bir kısımdır. H’yen-bi’lerden türemişlerdir. Bir Çin erkeği ile bir Hun kadınının evlenmesiyle üremişlerdir, fakat H’yung-nularda ana egemenliği mevcut olduğundan Çinli sayılmazlar’”[91] diyor. Müellif bir makalesinde de; “Toba’ların 119 kabilesini teşkil edenler Türklerden ve Moğollardan meydana gelmiş melezler değilseler bile içlerine Moğol kanı karışmış Türk olduklarından eminiz’”[92] diyor. Gerçekte, Hunlar devrinde kuzeyde kurulan Siyenpi sülâlesi idaresindeki Proto-Moğollar ve Türkler din ve kültür bakımından Hunlardan farksızdır. Eski çağlarda Çin’in kuzeyi baştan başa Türk ve Moğol kavimleri tarafından kuşatılmıştır.[93] W. Eberhard’ın dediğine göre; eski devirde Türk ve Moğol kavimlerinin kültürleri tabiatıyla aynı olmadığı halde bugünkü mevcut malzemenin yardımıyla neyin Moğol, neyin de Türk olduğunu anlayabilmek kolay değildir.[94]
Bazı Altay kavimlerinin destanlarında tabiatın dış yüzü kişiselleştirilmiş ve bir kadın gibi tasavvur edilmiştir. Bu kavimlerde, otları yolmanın büyük günah olduğuna inanırlardı. Çünkü, onlara göre, yeryüzü, otlar yolunurken, tıpkı saçları ya da sakalı yolunan bir insan gibi acı çekerdi.[95] Altay ve Buret karışımı bir ‘ateş duası’nda “Sen, ‘anamız Ötüken’ eteklerinden (ayağından) ortaya çıkmışsın” denir.[96] ‘Ötüken anamız’ anlayışı, Şamanizm’in henüz yozlaşmadan önceki, temel bir düşünce olmalıdır. Nitekim, ateş için yapılan dualarda, “Göğün yerden ayrıldığı zaman doğmuşsun! Sen anamız” Ötüken ayağından, ortaya çıkmışsın!…” denir. Bu düşünce gücünü, “Ebedî Gök Tanrı ve altın yüzlü Yer-su, Ötüken” anlayışından kaynağını alıyordu. Kutlu Ötüken veya Altay dağlarının ana, ata veya kayın baba oluşları, oldukça eski çağlardan gelen seslerdir. ‘Toprak ana’ derken, yalnız Orta Doğu düşünceleri yansıtılmıyordur. Bu söz çok eski Türk düşünce ve inanışlarını da içinde topluyordu.[97] Kara Hanlılarda hakan soyundan olan kadınlara ‘Tarım’, soylu kadınlara ‘Altun Tarım’ denirdi.[98] Burada toprağın bitirgenliği ile kadının doğurganlığı özdeşleştirilmişti.[99] Bu satırlar da herhalde ‘Ana-vatan’ın bir bucağından bahsediyor. Diğer yandan, Türk tefekküründe, insan ruhu (eski Türkçe’de öz) ile vücudu (et-öz) bir çift teşkil ederek, biri semavî diğeri toprağa bağlı addediliyordu. Erkeklerde semavî öz, kadınlarda toprak unsuru hakim sayılıyordu.[100]
Sonuçta Moğolların Gizli Tarihi adlı eser XIII. asrın ilk yarısı sonlarında yazıldığına göre Moğolların ‘Etugen ana’sının Türklerin kadim kutsal başkenti ‘Ötüken’ ile bir ilgisi olmamalıdır. Diplomat ve tüccarların ziyaretgâhları olan Hakan ve Yabguların karargâhları zamanına göre birer kültür merkezi işlevi görmüştür. Buraları sürekli yabancı kültürlerin tesirlerine açık bulunmuş, kültürlerin karışma alanı veya bir ‘diffusion’ bölgesi olmuştur. Türklerde bilinen toprak tanrıçası olmadığına göre, Moğolların toprak tanrıçası ‘Etugen’ ile Ötüken’in bir ilgisi yoktur. Ateşin mucidi ve ocağın reisi Türklerde erkek olduğuna göre[101] Ötüken’in, Moğollarda kadın Şaman anlamına gelen ‘idugan/idugen’ ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Eski Çin kaynaklarının dediğine göre Kırgızlar, sihirbazlarına ‘Gan’ diyorlardı.[102] Bunun ‘Kam’ demek olduğu muhakkaktır. ‘Od’ bütün Türk dili şubelerinden ‘ateş’ anlamında bir kelimedir. Od-gan, ‘ateşin sahibi’ demek olup, Türkçe ‘y+alavaç’ ile aynıdır. Bu bakımdan ‘od-gan>ud-gan, oda-gan>uda-gan’ müennes değil, müzekker olmalıdır. Anlaşılıyor ki, Ötüken bölgesi çok sonraları, Moğol tesiri ile bir Tanrıça itibar edilmiş, Moğolların ‘Etugen’i ile Ötüken adı örtüştürülmüştür.[103]
* * *
Ötüken adının Moğolların ‘Etugen’i ile bir ilgisi olmadığına göre, bu adın manası ve menşeî nedir sorusu ortaya çıkmaktadır. Gök Türkler[104] ve Uygurlar, sığınak, kale ve şehirlere ‘balık’ diyorlardı.[105] Kâşgarlı, ‘balık’ kelimesinin eskiliğine ve kendi devrinde ancak Uygurlarca kullanıldığına işâret eder. Balık kelimesi ‘çamur, çamurlu yer, bataklık’[106] anlamına geldiği gibi ‘yara, yaralı’[107] anlamına dahi gelirdi. Şehirlere çamur anlamına gelen ‘balığ’ denilmesi herhalde şehirleri oluşturan evlerin inşasında daha çok çamurdan, ‘kerpiç kipi’[108] denilen kalıpla yapılan ‘kerpiç’[109] ile tuğla ve kiremit anlamındaki ‘pışıg kerpiç’[110] kullanılmış olmasıyla ilgiliydi. Nitekim Çinliler VII. asırdan önce Taşkend şehrini ‘Che’ adı ile anıyorlarmış ki, bu ‘Che’ Çin dilinde ‘taş’ demekmiş.[111] Bu ad sonraki ‘Taş Şehir’[112] anlamındaki Türkçe ‘Taş-kend’ adıyla birleşmiştir.[113] Bazı araştırmacılar ‘ötüg’ kelimesinin de eski Türkçe’de ‘bataklık’ yer anlamına geldiğini söylemişlerdir.[114]
Türklerin tarihte en sıkı ilişki içinde bulunduğu milletlerden biri Soğdlar (Sogdak bodun)dır. Soğdlular Ak Hunların yıkılmasından sonra Gök Türk devletinin tebaası oldular. Bunlar daha erken zamanlarda Orta Asya’nın değişik yerlerinde şehirler kurarak oralara yerleşmişlerdi. Gök Türk çağında bilhassa şehirlerinde oturanlar Soğdlardı ve sayıları da Türklerden fazlaydı.[115] Soğdlu bürokratlar ilk zamanlarında Gök Türk kağanlarına müşavirlik etmişlerdi.[116] I. Gök Türk Kağanlığı döneminde 582 yılında, Moğolistan’da Arhangay Aymag’ın Bayrı Tsagaan Gol (Kutsal Beyaz Göl) bölgesinde dikilmiş olup, üç yüzü Soğd harfleriyle, bir yüzü de Brâhmî harfleriyle yazılmış olan Bugut yazıtı[117] ile daha sonra yine Moğolistan’da bu defa Gov-Altay bölgesinin yaklaşık 50 km güneydoğusunda Çandmani ilçesi sınırları içindeki Şaahar tepesindeki yazıt[118] bu kültür temasında Soğd dilinin Türk diline galibiyetine delil teşkil etmiştir.[119] Bu bakımdan Ötüken adının manasının çözümünde Soğd dili bize yardımcı olacaktır. Gök Türkler döneminde Türkler, kentler kurup yerleşik yaşama geçmeye başlamakla birlikte, bir şehrin mekân organizasyonunu tanımlayabilecek ya da kurgulayabilecek düzeyde yerleşik yaşam kültürüne ulaşamamıştır. Bunun için Türk hakanları ordularının ve kentlerinin inşasını Soğd asıllı mimar ve sanatkârlara havale etmişlerdi.[120] Orta Asya Türk toplumunda tarımsal üretim faaliyetleri ve özel mülkiyet sahipliği gibi örgütlenmiş yerleşik yaşam düzenini gerçekleştirmiş olan Uygurların dahi şehir kurma işini Soğdlu ve Çinli mimar ve sanatkârlara havale ettiği görülmektedir.[121] Ancak daha sonraki Uygur şehir ve konutları genellikle Çin mimarî tarzını göstermektedir.[122]
‘Kent’ kelimesinin aslı, Soğdça şehir anlamındaki ‘kanth’ kelimesi olup Türkçe’ye de geçmişti.[123] Ötüken adının manasının çözümünde bize Soğd dilinden başka, Türk kavimlerinin kültürlerini çok iyi bilen büyük dilci Kaşgarlı Mahmut yardım ediyor. Müellifimiz ‘ken’ kelimesinin doğu ülkelerinde şehir demek olduğunu, bu Türk ülkelerinde her şehrin adının ‘ken’ ile yapıldığını, bu ‘ken’ kelimesinin batı Türklerinde şehir adı yapımında kullanılan ‘kend’ kelimesinin kısaltılmışı olduğunu söylüyor.[124] ‘Ötüken’ gibi ‘Iduk’ olan bir başkentin kült olduğunu kabul etmek gerekir. Şehir hakkında ‘kent’ tabirinin önce Türk olmayan kavimlerde görünmesi, Türklerin bu anlamda ‘balık/balığ’ tabirini kullanması, Ötüken gibi mukaddes bir beldenin ‘balık’ gibi genel bir tabirden ayrılmasını zorunlu kılmış, bu mukaddes şehre ‘ken/kent’ denilmişti.[125] Burada taaccüp edilecek bir durum yoktur. Nitekim bu anlayışı tersinden, ‘kağan’[126] ve ‘katun’[127] unvanı yerine bu unvanları daha alt seviyedeki toplumlar kullandığından Türklerin, ‘Tan-hu=Şan-yü’ ve ‘Yen-Shih’ unvanlarını kullanılmasında görmek mümkündür.[128]
XI. asırda Kara Hanlı Türkleri ile Oğuz Türklerinin ‘balık’ kelimesi yerine ‘kend’ sözünü kullandıkları görülüyor. Bunlarda, şehir ismi yapılırken, şehrin özelliğini ifade eden kelimeye Soğdça şehir anlamındaki ‘kanth’ kelimesinden gelen ‘kend’ kelimesi ilâve ediliyor.[129] Kaşgarlı Sogdça olan ‘kent’ kelimesini benimsemiş ve Türkçe’ye mâl etmiştir. Müellif, öz vatanı ve ordu merkezi Kaşgar’a, eski Uygur geleneğine göre Ordu-balık değil, Soğdca ‘kent’ kelimesini kullanarak, ‘Ordu-kent’[130] diyor. Müellifimiz ilâve ederek, Yenikend’den doğuya kadar Türk ülkesidir. Semer-kand’a ‘Semiz-kend’ denir. ‘Şaş/Taş’ şehrine ‘Taş-kent’ denildiği gibi, Öz-kent, Tün-kent adları da vardır. Bu şehirlerin hepsinin adı, Türkçe olan ‘kend’ ile yapılmıştır. Bu şehirleri Türkler yaparak adlarını kendileri koymuşlardır[131] diyor.
Sonuçta, Ötüken adındaki ‘ötü’ kelimesi Türkçe ‘dua, rica, talep, niyaz v.b.’ anlamındaki kelime, ‘ken’ ise Kaşgarlı’nın Doğu Türk ülkelerinde her şehir için kullanıldığını söylediği ‘ken’ kelimesidir. Dolayısıyla ‘Ötüken’ adı ‘dua şehri, dua edilen şehir’ anlamındadır. İslâmiyet’ten çok önceleri Türkler, Ötüken’de yıllık ‘hac’ ve ‘dualarını’ Tamug Iduk Baş’da kurban sunma vazifelerini ifa etmişlerdir.
Türkler, ata ruhlarının iktidar ve kuvvetlerine göre büyük su kenarlarında, yüksek dağlarda, sık ormanlıklar ile gölgesi bol olan ağaç altlarında ikâmet ettiğine inanmışlardır. Bu inancın bir sonucu olarak da insana huzur veren el-ayak sürülmemiş ağaçlık alanları kutsal kabul ederek buraları takdis etmişlerdir.[132] Gök Türk ve Şine Usu yazıtlarında Ötüken’den ‘Ötüken Yış’ diye söz edilir. Kağan Ötüken halkına hitap ederken, ‘Iduk Ötüken Yış budun’ diye hitap ediyor. Bu ‘Ötüken Yış’ ile ilgili çok şeyler söylenmiş, çok şeyler yazılmıştır.[133] Gök Türklere orman kültü selefleri olan Tobalar’dan[134] geçmişe benziyor. Rivayette, bir Toba imparatorunun mezarından bir ormanın vücuda geldiği söylenir. Bir başka defa bir Toba imparatoru yeni doğduğu zaman annesinin sonunun gömüldüğü yerde bir karaağaç ormanı yetişiyor. Yine başka bir rivayete göre bir Toba imparatorunun tükürdüğü yerde bir orman oluşmuş. Böyle bir orman kültü Tobalardan önceki Türklerde de mevcuttur.[135] Bu bakımdan en azından VII.-VIII. asırlarda Ötüken çevresinin geniş ormanlarla kaplı olduğu çok şüphelidir. ‘Yış’ aslında ‘otlak, yayla, mera’ demektir. Burası belki Türklerde daha sonra da görülen ve kutsal tanınan[136] bir korudur.[137] Çu ırmağının kırk ‘li’ (20 km kadar) kuzeyinde, Sarı Su nehri yakınlarındaki Kie-Tan dağı denilen yer de herhalde Ötüken çevresindeki koruluk gibi bir yer olmalıdır. Batı Gök Türk hakanı 635 yıllarında burada on boyun beylerine birer ok vererek onları bey ilân etmiş.[138] XI. asrın Gazneli müelliflerinden Gerdizî, eski kaynaklara dayanarak aşağı Çu ırmağının sol kıyısındaki köylerden bahsederken, bu köylerin yanındaki dağı Türklerin uğur saydıklarını, bu dağın üzerine ant içtiklerini ve Ulu Yaradan’ın orada oturduğuna inandıklarını bildirir.[139] Gerdizî’nin bahsettiği dağ ile önceki dağ aynı olup bu dağ veya bu dağın bir kısmı Türgiş kağanı Su-lu Kağan’ın korusuydu.[140] Şine-Usu yazıtının doğu yüzü 7. satırında ‘Ötüken irin,’[141], aynı yüzün 9. satırında ‘Ötüken yış başı’ sözleri geçiyor.[142] Bu ifadeler Ötüken ormanının öyle uçsuz bucaksız bir orman, bir yeşillik olmadığını, buranın çok mahdut bir koru olduğunu veya ‘Ötüken Yış’ ifadesindeki maksadın, Ötüken Ormanının mahdut bir kesimi olduğunu ortaya koymaktadır. Kaşgarlı’nın dediğine göre, Türkler, şehrin dört yanında bulunan bağlara bostanlara ‘kent kökü’ diyorlardı. Bu şehrin karartısı demekti. Bundan şehrin çevresindeki ağaçların yeşilliği murat ediliyordu.[143]
Bugünkü Türkçemizdeki ‘yaş’ ve ‘yeşil’ sözleri de kök ve anlamlarını bu ‘yış’ sözünden alır.[144] Bu bakımdan Semerkant’ın 100 km kadar güneyindeki[145] Keş şehrine, civarının yeşilliği sebebiyle ‘Şehr-i Sebz’ yani ‘Yeşil Şehir’[146] denildiği gibi, Bursa şehrimize bugün dahi ‘Yeşil Bursa’ denir.[147] Demek ki Keş şehri ve Bursa şehri birer ‘yış’tır. Öyleyse ‘Ötüken Yış’, ‘Ötüken Ormanı’ değil ‘Yeşil Ötüken’, ‘Iduk Ötüken Yış’ ise ‘Kutsal Yeşil Ötüken’ demektir. Sonuçta ‘Ruhu’l-Kudüs’te ‘Mescid-i Aksa’, ‘Mekke-i Mükerreme’de ‘Kabe-i Muazama’ ne ise, Orhun’da ‘Ötüken Yış’ odur.
Gök Türk devleti, Bilge Kağan’ın 25 Kasım 734 yılında Buyruk Çur tarafından zehirlenerek öldürülmesiyle birlikte mezara girmişti. Hanedan mensuplarından birçoğu gidip Çin İmparatoru Hsüan Tsung’a teslim olmuşlardı. Son Gök Türk kağanı Wu-su-mi-şi (Ozamış)[148] 744 yılında Basmıl, Karluk ve Uygur boyları tarafından mağlup edilerek öldürülmüş[149], zavallı Ozamış Kağan’ın bahtsız başını mutantan bir törenle Çin’e gönderip İmparatora takdim edilmişti.[150]
745’de Gök Türklerin kudretini kıran Uygurlar bu andan itibaren bütün Orta Asya’nın hâkimi olmuşlardı. Gerek menşe efsanesindeki paralel zıtlık, gerekse Mani dininin kabulüyle, Uygur hanedan ve yüksek aristokrasisinin Ötüken’in kutsiyeti ve burasının muhafazasının önemi konusunda Gök Türkler kadar hassas davranmamışlardı.
Ötüken’deki Uygur devleti ancak 840 yılına kadar varlığını sürdürebildi. 840 yılından önce kendisi de bir Türk olan Kırgız reisi A-je; “Uygurların altın çadırını alacağım ve önüne bayrağımı dikerek, atlarına geçit resmi yaptıracağım” demişti.[151] Gerçekten Kırgızlar, 840 yılında Uygur devletine son vermişler, Uygurlar korku ve panik ile sağa-sola dağılmışlardı.[152] Uygurlar, Tarihi Türk yurdu Ötüken’i ellerinde tutamayarak, buraların yabancı kavimlerin eline geçmesine sebep oldular ve Türk tarihinin seyrini değiştirdiler.[153] Kırgızların 840 etrafında Ordu-Balığ’ı almasının ardından, Uygurlar güneye doğru, evvelden de yayılmış oldukları Türkistan ve Kansu bölgelerine göç ettiler. Kırgızların Uygur baskını ve katliamı Türk tarihinin büyük katliamlarından kabul edilir.[154] Bu yüzden Kırgızlar Orhun bölgesine ‘barbarlığı’ getiren bir kavim olarak vasıflandırılır.[155] Eski Orta Asya halklarının en yüksek vatan sevgisini en içten duygularla aksettiren[156] ve kahramanlığın büyük bir timsalî olan güzel şiirleri vardır.[157] Kırgız katliamından sonra Uygur halkının Ötüken’i terk etmek zorunda kalmalarını anlatan; ‘Veğ-vu Irğlar eski vatanın hasretini çekiyor’[158] şarkısının ne gibi bir hissiyata tercüman olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Cengiz Han 1207 yılında Moğol birliğini kurduğunda, onlara tâbi duruma düşen ilk Türk kavmi Kırgızlar olmuş ve Moğollara vergi verir hale gelmişlerdi.[159] Dahası, eski adamların resimlerinin hayattaki insanlara zarar vereceği inancında olan Moğollar Orhun bölgesindeki heykellerin kafalarını kırmışlar, etrafı talan etmişlerdi.[160] Kırgız kavminin Uygur hakanlığını yıkarak işgal ettiği ‘Ötügen’de tutunamayıp, buranın Moğollara geçmesine, tam idrak ve intibak edemedikleri anlaşılan[161] ‘Orhun Kültürünün’ ortadan kalkmasına ve eski Türk hakanlar yurdunu bir daha geri gelmemek üzere Moğollara kaptırmak suretiyle, Türk tarihinde oynadıkları menfi rol dikkatlerden uzak değildir.
Dost ya da düşman, kim olursa olsun Orhun’a gelen kişilerin gördüğü ilk şeyler Orhun abideleridir. Onları sadece bir balbal olarak hayâl etmek doğru değildir. Bu balballar buraya dosta güven, düşmana korku vermek için sıralanmışlardır. Orhun Havzasına giren bir kişi eğer dost ise, böyle güçlü bir milletin topraklarına geldiği için güven duyar. Çünkü yüzlerce krala, beye, komutana baş eğdirmiş, kılıçlarının darbeleriyle yok olmuş, düşmanlarına aman vermeyen bir milletin arazisine ulaşmıştır. Eğer iyi niyetli değil ise de, o yüzlerce düşmanın başına gelen âkıbetin kendi başına da geleceğini, bu taşları görünce hatırlayacaktır. Bazı araştırmacılar, eski Türk yazıtlarının taşlara hakkedilmesinin en büyük sebebinin kağıdın bilinmemesinden değil, kağıdın bulunamamasından kaynaklandığını iddia etmişlerdir.[162] Ancak bu yazıtlar gerçekte, ‘İl ben-güsü’ olup, araziye vurulan bir damga, bir bakıma arazinin tapu senedi durumunda idi. Yani Çin Seddi’nin inşasının bir de psikolojik sebebi olması[163] gibi, dosta düşmana ‘bu arazi benim, işte arazinin tapusu’ denilmek istenmiştir.[164]
II. Gök Türk Kağanlığı döneminin bilge/akıllı kağan ve kumandanları tarafından ‘Kutsal Ötüken Bölgesi’ne diktirilen, Orhun yazıtları aynı zamanda İpek Yolu’nun kuzey kolu üzerinde bulunmaktadır.[165] Kaşgarlı’nın naklettiği eski bir Türk atasözü, “Yırak yer sabin arkış keldürür”[166] diyor. Bu balbalları ve yazıtları İpek Yolu üzerine dikenler herhalde buranın ve sahiplerinin namının cihana yayılmasını istemiş. Dediklerine göre, doğu Türk ellerinin coğrafî vaziyeti, dolayısıyla kültürel rolü biraz Anadolu’yu okşarmış.[167]
Sonuç olarak bu makalede, Ötüken’in yeri belirlendikten sonra, burasının kutsiyeti ve bu kutsiyetin sebepleri üzerinde durulmuştur. Ötüken adının Moğollarda Yer Tanrısı ve kadın Şaman demek olan ‘Etugen’ ile ilgili olmadığı, bu adın, Türkçe’de ‘dua, rica, talep’ anlamlarına gelen ‘ötü’ kelimesine, Doğu Türklerinde ‘şehir’ anlamına gelen ‘ken’ ekinin ilâve edilmesiyle oluştuğu, bunun manasının da ‘dua şehri/dua edilen şehir’ anlamında olduğu, ‘Ötüken Yış’ın ise ‘Yeşil Ötüken’ demek olduğu savunulmuş ve önerilmiştir.
Adem AYDEMİR
Balıkesir Merkez Ticaret Lisesi Tarih Öğretmeni
Türk Dünyası Araştırmalar Dergisi Sayı: 187 Ağustos 2010
Kaynakçalar ve Kısaltmalar: