Ayasofya'nın ibadete açıldığı cuma namazında elinde kılıçla hutbeye çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, "Fatih Sultan Mehmed Han, gözbebeği olan bu muhteşem mabedi kıyamete kadar cami olmak kaydıyla vakfedip müminlere emanet bırakmıştır. Bizim inancımızda vakıf malı, dokunulmazdır, dokunanı yakar; vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar." dedi ve cevabını aldı.
Üzerinde durulan konu, Atatürk'ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı makamında bulunan bir kişinin ona lanet okumasıydı. Gerçi Ali Erbaş, Ahmet Hakan'a "Ben geçmişi değil geleceği kastettim" diyerek tepkileri frenlemeye çalıştı ama inandırıcı olmadı. Ayasofya'yı 1934'te müze yapan Atatürk'tü.
Atatürk, o dönemde Boğazlar'da Türk egemenliği kurabilmek için dünya kamuoyunun, özellikle Ortodoks Rusya'nın desteğine ihtiyaç duyuyordu. Ayasofya'nın müze yapılması, Ortodoks dünyasına bir jestti. Nitekim bu çabalar sonunda 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.
Atatürk, Türk Milleti'nin bundan sonraki yüzyıllar veya binyıllar için kök hücresidir. Bu sebeple ona dokunan yanar…
* * *
Ali Erbaş'ın "Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır" sözleri üzerinde ise duran olmadı. Oysa vakıf kurmak ve yaşatmakla İslam inancının hiçbir ilgisi yoktur. Vakıf, Babil'de, Eski Mısır'da, eski Yunan'da vardı. Emevi ve Abbasi dönemlerinde, Selçuklu ve Osmanlı'da, Cumhuriyet döneminde de vakıflar kurulmuştur. Günümüzde dünyanın en ünlü vakfı, Melinda ve Bill Gates vakfıdır. Ne iş yaptığını herkes biliyor!
Bana göre, vakıf kurmak, özel mülkiyetin ve dolayısıyla mirasın olmadığı dönemlerde, geniş kamu arazilerinin elde tutulması ve vakıf kuranın soyundan gelenlerin elinde kalması için başlatılmıştır. Prof. Dr. Fatoş Gökşen, konu ile ilgili olarak şu tespiti yapmıştır:
"Vakıf kurmak için önemli bir diğer gerekçe, mülkiyet haklarının korunmasıydı. Klasik dönem boyunca, Osmanlı elitleri tam anlamıyla mülkiyet hakkına sahip olmamakta ve müsadere tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktaydı. Bu türden bir uygulama tedbir amaçlı olarak ortaya çıkmakta, bu bağlamda haksız kazanç sağlama yolunda olan bireylerin malına el koyma yolunun açılması olarak görülmektedir. Devlet müsaderesi ancak 1830'larda Tanzimat reformları ile sona ermiştir. O zamana dek, yönetici elitin bir üyesi mülkünü ancak vakfa dönüştürerek, yani Allah'ın mülkiyetine geçirerek koruyabilirdi. Bir mülkün Allah'ın mülküne dönüştürülebilmesi için, olmazsa olmaz şart ise, o mülkün bu dönüşümden önce tartışmasız bir şekilde özel mülk statüsünde olmasıydı. Son olarak, sosyal prestij kazanmak da bir diğer önemli motivasyondu."
Yani vakıf kurmak, genel olarak devletten mal kaçırmak demekti. Osmanlı'nın ekonomik, siyasi ve askeri düzenini araştıran herkes, tımarlı sipahi sisteminde, özel mülkiyet olmadığını, tımar sahipliğinin bir kararla her an değişebildiğini bilir. Bu yüzden, dini görüntü ile kurulan vakıflar, nesiller boyunca söz konusu arazilerin, belli ailelerin elinde kalmasına hizmet etmiştir. Vakıf arazilerini elde tutanlar, devlete vergi ve asker vermek zorunda değildi. Bu sayede, vakıf mallarına hükmedenler, toplum içinde imtiyaz sahibiydi ve bu da fakir fukaraya yardım adı altında tam bir adaletsizliğe sebep oluyordu. Cumhuriyet döneminde her ne kadar Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş ve devamına izin verilen veya yeni kurulan vakıfların denetimine başlanmışsa da bugün vakıflar, ticari şirket kurmadıkça vergi vermez.
* * *
Diğer taraftan, Prof. Dr. Süheyl Ünver, yıllar önce, kaynaklarından bulup ortaya çıkarmıştır ki Fatih Sultan Mehmet'in laneti, Ayasofya ile ilgili değil, fethettiği yerleri yabancılara satanların üzerinedir. Kısacası, Fatih'in lanetinin kimlere yönelik olduğu çok nettir.